Bismillahirrahmanirrahim

19 Mayıs 2009 Salı

Size birşey öneriyorum.Eğer içinizde bir endişe varsa Bismirrahirahmanirahim deyin.Çünkü bir
Bismirrahirahmanirahim demek sizi binlerce şeyden korur.Örneğin:
O gün hava bulutluydu.Elektrikler kesilmişti okulda.Öğretmenimiz sevk almıştı.Dersimiz boştu.
Bahçeye çıktık.Şimşekler çaktı.Yağmur yağdı.Bahçe su doldu.Hatta bazıları yüzdü bile.
Öğleci idik.Saat 4.Şimdinin 5'i oluyor.Dolunay gözüküyordu.Şimşekler ardarda çaktı.En yakın arkadaşım beni burada yalnız bırakmıştı.Şimşekler çok uzundu.Tanrım diğer sınıflar geziye gitmişti.Bi tek bizim sınıf vardı.
Korkuyordum.Üşüyordum.Açtım.İç eri girilmiyordu soğuktan.Toz toprak vardı her yanda.
yere uzandım.
Aniden belimin yanından bi şey geçti.önce anlamadım sonra anladım ki şimşek.Okulun kapısına doğru gelmeye çalıştım.Merdivendeyken Bismirrahirahmanirahim dedim.kapıyı kapıya ayak atar atmaz bir patlama oldu.kulağımı kapattım.bu ses korkunçtu.zıplayıp.hatta uçup kapıdan sınıfın birine girdim.Sınıfın penceresinden kaçtım.koştum.tamda otobüs gelmişti. otobüse binmiştim.üstüm sırılsıklam.kalbim patlayacak gibi çarpıyordu.Az kalsın otobüs devrilecekti Bismirrahirahmanirahim dedim.bariyerlerden geri döndü.Tanrım eve varmıştım.Yemeği bitirdim.hemde ir koca kazan dolusu dolmayı.
annem yanına turşu biber filan koymuştu.yanındada kola vardı.kazanı bitirdim.
Gidip uyudum.canım yatağım seni ne kadar özlemişim.
Ertesi gün kahvaltı yaparken haberlerde birinin ölü 2 kişinin yaralı olduğunu izledim.
Ölen kişi ise arkadaşımmış.beni terkedip okulun nöbetçiler için yaptırdığı klübedeymiş.klübe statik elektrik çektiği için şimşek çarpmış.
diğer 2 arkadaşım ise komada.öğretmenimize dava filan açacaklarmış diyorlar.
her zaman Bismirrahirahmanirahim deyin.
Sizi binlerce şeyden korur!

Karabasan

Hikayeleri okuyunca biraz etkilendim birazda tebessüm ettim... başıma gelen bu olayı kime anlatıysam yarısı inandı yarısıda olamaz öyle şey dedi yoru hakkı sisze ait tabii..

2004'ün temmuz ayı günlerden cuma annem ve babam kütahya da ki abim yanına gitmişlerdi evde kimse yoktu ve haliyle aklıma bin bir türlü şeyler geliyodu. sebze ve meyve toptancılığı yaptığımız için bursa ya çarşamba günü gitmiş cuma günü ise geri dönüyordum. Başıma bir kaç kez karabasan geldiği için artık alışmıştım ne biliyim arabanın içinde bile bana geliyodu artık. cuma günü eve geldiğimde saat 23":30 civarıydı yatağıma girip uyuma çalışırken birden olduğum yere sızdım. ve derken o uyku esnasında kapı gıcırtısı geldi yattığım yerden kalkamadım ve sanırım bizimkiler geldi dedim.
sonra mutfaktan tava tencere sesi geldi ve yattığım odanın kapısı yarım kapalıydı ve kapı birden yavaşca açıldı fakat benim üstümde bir ağırlık vardı ve bir türlü kalkamıyordum. odaya girdi üzerimde ki örtüyü yavaşca kaldırdı ve bir diziyle üstüme bastırdı ve ağzımı kapamaya çalıştı o an aşırı bir korku ve telaş vardı bende. ağzım san ki düğümlendi hiç birşey yapamıyordum. ve allah'a dua etmeye başladım sonra kelime-i şahadet getirdim e üzerimden yavaşca kalktı o karabasan kalkar kalmaz bende ayaga kaltım iki elim öne doğru uzatıp yakalamaya çalıştım sonra evde ki telefonluğun altına doğru sıkıştırdım telefonluğun ayansından ayın ışığı yansıyordu birden kafamı kaldırıp aynaya baktım kendimi göremedim kafamı geriye çevirip baktım ve bedenim ilk yattığım şakilde duruyordu o an içime öyle bir krku ve heyecan sardı ki ne pacağımı şaşırmıştım...
sonra bedenimin içine tekrar giridim Allah'a tekrar dua ettim karabasan geldi üzerimden sıyırmış olduğu örtüyü iki eliyle tutu havaya kadırıdı(kaldırıdğı esna da kolları ve bedeni uzadı nerdeyse tavana çarpacak duruma geldi)üstümü örttü ve geldiği gibi odanın kapısını yavaşca kapadı sonra tekrar mutfaktan yine tava tencere sesi geldi en son dış kapı sesi gırtısı geldi ve gitti.
karabasan gider gitmez ben yattığım yataktan kalktım ve saate bahtım saat tam 00:30 u gösteriyodu afallamıştım oturdum 3 kulfü 1 fatiha okuyup yattım ama yatana kadar da en bi 2 saat geçti...

Bir Daha Dalga Geçersem

öncelikle merhaba. ben tatil zamanlarında genellikle sabaha kadar uyumayan biriyim ve cinlere inanmazdım, ne zaman konusu açılsa dalga geçerdim. 22 temmuz günü yine uyumuyordum ve internette dolaşıyordum. nasıl olduğunu anlamadım ama açılır pencerelerden birinde cinlerle ilgili yazlılar vardı kapattım ve tekrar açıldı yine kapattım ve tekrar, virüs olabiliceğini düşünüp bilgisayarımı yeniden başlattım ama internete bağlandığımda hangi siteye girsem açılır pencere olarak aynı sayfa çıkıyordu. merak ettim ve okudum. orada cinlerle ilgili birçok şey yazıyodu ve sayfa her formatta açılıyodu çok şaşırdım çünkü bu milyonda bir görülecek bişey. herneyse merakım dahada arttı ve sayfayı okumaya başladım nasıl cin çağırılır diye bi ikon vardı tıkladım ve orada adım adım yazıyodu. sayfayı kaydettim ve yatağıma yatıp uyumaya çalıştım saat 3 ü geçiyodu ama uyuyamadım bişey beni dürtüyodu ve tekrar bilgisayarımı açtım kaydettiğim o sayfayı sildim. sigara içmek için dolabının çekemecesini açtım sigaramın yanında bir kağıt vardı hemen açtım aman allahım o da ne az önce kaydedip sildiğim sayfa çok korktum ve hemen tekrar bilgisayarımı açtım yazıcını programına baktım o sayfa daha 22 saniye önce yazdırılmış printerimdan. ama printerimin kartuşları yoktu çünkü o günün akşam üstü doldurtmak için ofsete bırakmıştım. o kadar korktumki bilgisayarımın fişini çektim ama olay bundan sonra başlıyomuş. kağıdı hızla tekrar okumaya başladım cin çağırma seansını anlatan yazının altında, çağırmasanda gelir diye yazıyodu ve bir anda odamın havası çok ağır oldu nerdeyse nefes alamıyodum, kapıya doğru yöneldim abimi uyandıracaktım ama kapı kilitliydi ve açılmıyordu. nefes almam iyice zorlaştı ve eski türk filmlerindeki kötü adam gülümsemesi duydum öyle bir bağırıyorduki kulaklarım patlıyordu nerdeyse. kapıyı iki-üç tekme atarak kırdım ve hemen çıktım tam karşımda lavabonun aynası vardı aman allhım o da ne! orda simsiyah bir adam vardı ve çok korkunçtu ve aynanın üzerinde bidaha dalgageçersen ölürsün yazıyodu. öyle korkmuştumki bidaha dalga geçmeyeceğim diye yalvarırır tarzda bağırıyordum. koşarak abimi uyandırım, olanları anlatırken bayılmışım. beni birsüre sonra abim uyandırdı ve rüya gördüğümü söyledi. ama rüya olmadığına eminim. sabaha kadar uyumadım sabah olduğunda, bilgisayarımı açtım. printerin programında o dosya kayıtlı değildi, olamazdı gözümle görmüştüm. geri dönüşüm kutusuna baktım sildiğim dosya oarada yoktu. hemen interneti açıp yazıyı okuduğum siteye girdim ama öyle bir adreste yoktu ve kağıtta en son biraktığım yerde yoktu sanki hiçbişey yaşanmamıştı tek geri kalan kırılan kapı olmuştu. bu olayın etkisnde kurtulmak için psikoloğa gittim bana cin diye bişey olmadığını söyledi bende olduğunu ve dalga geçmemesini söyledim o anda doktorun odasının tavanında şu yazı belirdi aferin! bir aydan fazla oldu hala olayın etkisindeyim. arkadaşlar siz siz olun sakın dalga geçmeyin ve inanmamazlık yapmayın. bu olaya inanmayanlar kendileri bilir ama ben bidaha dalga geçersem öleceğime inanıyorum...

Cinlere İnanmayanlara

Bir gece arkadaşlarla bizim evde toplandık cin çağıralım diye fakat ben inanmıyordum ve ne yazık ki sürekli cinlerle dalga geçiyordum bazen öyle laflar söylüyordum ki arkadaşlar beni uyarıyordu cini çagırdık ve aniden fincan hareket etmeye başladı herkes çok korkmuştu bense hala cinle dalga geçiyordum dalga geçerce sorular soruyordum ve ne olduysa ondan sonra oldu bana gerçek oldugunu kanıtla dedim arkadaşlarım çok kormuştu tam sesizlik olmuştu ki bi anda agzımda korkunç bi acı hissettim ne oldugunu anlıyamamıştım bişey nefes almamı engelliyordu 1 dakikaya yakın öyle kaldım ağlıyordum yüzümün bazı yerleri yanıyordu çok korkmuştum dua etmek aklıma geldi ve fatiha suresini okumaya başladım bu seferde arkamdan bişeylerle vuruluyor gibiydi artık cinlerin olduguna inanmıştım hiçbişeyden korkmayan ben şimdi titriyordum kaçıcak yer arıyordum ben dua ettikce vuruyorlardı bu sırada gözlerim arkadaşlarımı aradı yardım istiyecektim fakat onlar bayılmıştı bi anda herşey bitti. Cinler gitti diye düşündüm arkadaşlarımı ayılttım fakat gitmemişlerdi sadece bekliyorlardı ben tekrar dua etmeye çalıştım duaya başladıgım anda mutfak dolaplarının zangırdadıgını duydum tabaklar yere düşüyordu sesler tekrar kesildi biz hala bişeyler olucak endişesiyle bekliyoduk fakat uyuyup kalmıştık sabah baktıgımda mutfakta hiçbir tabak kırılmamış yerlerinde duruyordu dolap kapakları bile kapalıydı halbuki salondan mutfaktan düşen tabakları çok rahat görebiliyorduk o gece ne olmuştu neden tabaklar kırılmış oldukları halde eski yerlerinde saglam duruyordu... İşte bunların tek bir nedeni vardı cinler arkadaşlar ister inanın ister inanmayın ama bu olay fazlasıyla dogru lütfen cinlerin varlıgını kabul edin ve kesinlikle onlarla dalga geçmeyin bu size arkadaş tavsiyesi...

Baba Üstümü Ört

Bu olay Bursada olmuş. 17 yaşında bi genç kız aniden ölmüş. Aile perişan olmuş ama ne yapsınlar, kızı defnetmişler tabii. Aradan bir kaç gün geçmiş. Baba kızını rüyasında görmüş. Kız sürekli titriyomuş ve "Çok üşüyorum baba. Yalvarırım üstümü ört" diyomuş. Adam sabah kalktığında rüya aklına gelince hüngür hüngür ağlamış. "Gül gibi evladımı kaybettim. Rüyama giricek tabii" diye düşünmüş. Karısının üzülmemesi için de ona hiç bişey söylememiş. Ama ertesi gece, sonraki gece, daha sonraki gece, hep aynı rüya: "Çok üşüyorum baba. N'olur üstümü ört!" Baba bi gece yine aynı rüyayı görürken kan ter içinde uyanmış. Dayanamamış, karısının, "Nereye bey bu saatte?" demesine aldırmadan sokağa fırlayıp soluğu mezarlıkta almış. Kızının mezarına gelince ne görsün? Mezar açık ve bomboş! Adam ne yaptığını bilmez bi halde mezarlık bekçisinin kulübesine yönelmiş. Allahım, o an gördüğüne yürek dayanmaz. Bekçi resmen kıza tecavüz ediyomuş! Meğer bu aşşağılık herif her zaman, yeni gömülen ölülere belli bi süre bunu yaparmış...

Bilinmeyen Varlık

7 YAŞINDAYDIM.Bir gece odamda tek başıma yatıyordum.O zamanlar daha iki yaşında olan kardeşim geceleri arasıra yanıma geliyordu.Ve o gecelerden birini yaşıyordum yine.Yeşil kazağı ve kırmızı külotlu çorabıyla gece yarısı kardeşim yanıma gelmiş yatağımın başında durup bana bakıyordu.Bende yattığım yerde şöyle bir doğrulup kalktım.Kardeşimin suratına baktım.Suratı aynı televizyonda karıncalanan görüntüleri andırıyordu.Gözleri burnu pek belli değildi.Haif karıncalı ve buğulu görünüyordu suratı.Tuhaf birşeyler vardı yolunda gitmeyen.Sonra dokunmak üzere elimi kardeşimin suratına götürdüm.Kardeşimse elini elimin içinden geçirerek ellimi geri itti.Ne olduğunu anlayamadım.Eli elimin içinden geçmiş olmasına rağmen nasıl geri itebildi anlam veremedim.Sonra kardeşimin elinde dikkatimi çeken bir şey oldu parmeklarının arasında bağ doku vardı.Sonra ona "git yerine yat" dedim.O da yanımdan ayrılarak balkona doğru gitti.Ve ben ona 3-4 defa "yerine yatmaya gitsene pelin"diye bağırdım.O sırada benim bağırmamı duyan annem yatak odasından seslendi bana "pelin burda yatıyor sen niye bağırıyorsun"diye.Şok olmuştum.Kardeşim yerinde yatıyorsa yanıma gelen kimdi?Üstelik sabah kalktığımda kardeşim pijamalıydı kazaklı ve külotlu çoraplı değil.Bunu o zamanlar kime anlattıysam inanmadı hayal gördüğümü düşündüler.Şimdi 18 yaşındayım.Ve o zamanlar bana gelen her neyse bu 18 yaşımda tekrar yanıma geldi.
Anlatayım.Ben kardeşimle birlikte babannemde yatıyordum bir gece karşılıklı kanepelerde.Sabaha karşıydı.Evde loş bir karanlık vardı.Birden uyandım.Gözlerimi yavaşça açtımki kardeşim başımda bekliyor.Ama bu sefer kardeşimin 13 yaşındaki hali duruyordu karşımda.Hemen kardeşimin yattığı kanepeye baktım.Kardeşim yoktu.Ayak ucumda duruyordu.Üstünde lacivert bol penye ve siyah bir eşortman altı vardı.Ona baktım "tuvaletin geldiyse git yap ben burdan sana bakıyorum"dedim.(Babannemin evinde korkuyorduda tuvalete gitmeye beni uyandırıyordu bazen.)Sonra arkasını döndü ve koşarak banyoya gitti kardeşim.Ama koşuşu bir tuhaftı.Bacakları içe doğru çarpık ve sağa sola genişçe yaylanarak koşmuştu.Tabi o öyle koşarken ben üç kere gözlerimi ovuşturdum.Bu gördüğüm gerçekmi diye.Çok şaşırdım çünkü.O banyoya girdikten sonra ben kardeşimin kanepesine baktım tekrar.Osırada sanki kardeşimin üzerine sis bulutu çökmüştü.Birden yavaşça o sis bulutu çözüldü ve ben kardeşimin kanepede uyuduğunu gördüm.Üstelik kardeşim gecelikliydi....Bu daha taze yeni olmuş bir olay...Hadi küçükken gördüğüm hayaldi bu damı hayal...On sene sonra tekrar çıktı karşıma.Üstelik 18 yaşımda olduğum için aklım daha yerinde 7 yaşımdaki halime göre...İnanın oluyor buna benzer olaylar...Var böyle varlıklar çünkü bunu yaşayanlar var..."Bilen çekmez çeken bilir."misali..."Yaşayan bilir bilen yaşamaz...

Hayatımın En Berbat Günü

Merhaba ben derin 17 yaşındayım.Bu olay 14 yaşımda oldu ve tamamen gerçektir.Arkadaşım aslışahlara gitmiştik gece orda kalıcaktık.Annesi babası evde yoktu.5 kız evde yanlızdık.O gece oyun oynadık sohbet falan ettik gece olduğunda yapıcak bişey kalmamıştı ruh çağıralım dedim kabul ettiler.Geçen sene ölen kendi kendine konuşan garip hareketler yapan pek sevmediğimiz eceyi çağırmaya karar verdik.Ben ey ecenin ruhu geldiysen bi işaret ver dedim ve o anda elektrikler gitti korkmuştum.Elektrikler yine geldi.Ben bırakıyorum dedim aslışah bu sadece raslantı devam edelim dedi ve kabul ettik devam ettik o anda camlar ve kapı kapandı kapı kilitlendi.Çıkmak istedik çıkamadık.Çok korkuyorduk bi yandan da eceye bizi rahat bırak lütfen diye yalvarıyorduk.O anda telofon çaldı arayan polisti annem ve babam trafik kazası geçirmişti.Çok korkuyordum kapı açıldı ve ben gözyaşları içinde çıktık herkes beni teselli etmeye çalışıyordu şimdi babannemlerde kalıyorum ve pisikolojik tedavi görüyorum...

Gölcük Depremi

Ben cok küçüktüm ve gecenin yarısı bir yaslı adam geldi ve bana bir mektup bıraktı tabi kimse bana inanmadi hatta mektupu bile bakmadılar küçük bir çocuğum ya oyun oynuyorum falan sandılar bende önemli degildir diye çöpe attım mektupu aradan yillar gecti ve bir gün bu mektupu bodrumda buldum ve bunun önce bir şaka falan olduğunu sandım çünkü mümkün degil boyle birsey.Seneler önce baska bir evde çöpe atmıstim bu mektupu tabi kimseye söyleyemedim belliydi kimsenin bana inanmayacagi.Önce aÇmadan tekrar çöpe attım ve olayi unutmaya çalıştım ama mümkün değil hep o adam rüyalarıma girdi.Ayrıca artık iş işten geçmisti atmıstım çöpü disarı.Her gece o adam rüyama girdi 6 sene boyunca hicbir gece adam gibi uyuyamadim ve artik kafa yemek üzereyken birden mektubu masamın üstünde gördüm tüylerim diken dikendi titremeye basladım oracikta yere yıkılmak üzereydim ve içimden artık yeter şunun icine bakta kurtul falan diyordum ve sonunda açtım mektubu gözlerime inanamadim mektubun icinde cok garip bir not vardi notta lütfen kızımı ve tanıdıgın herkezi evden cıkar yazıyordu ve tarih ise 1999 gölcük depreminin oldugu tarihteydi...

Öldüren Düğüm

Ben emirhan 14 yaşımdayım bursada yaşıyorum bu olay bu yıl yazlıktayken başıma geldi arkadaşlarımla geziyoruk bir ağacın altında dinlenmeye karar verdik ağaçta bir bez vardı üzerinde anlamadığımız şekiller vardı.O bezde birçok düğüm vardı melih o düğümleri çözmeye çalıştı fakat başaramadı bir güç onu bunu yapmaktan alıkoyuyordu sanki sonra o bezle ilgilenmeyi bıraktık biraz konuştuk eğlendik.Sonra evlerimize döndük ertesi gün sitede bir çığlık duyduk bu çığlıkla uyandık.Melihin annesinin sesiydi bu hemen koştuk melih kanlar içinde yatakta yatıyordu özellikle elleri paramparça olmuştu polis geniş güvenlik önlemleri aldı.Çünkü bu olay ilk değilmiş diğer siteden bir ablada bu şekilde bulunmuş çok korktuk ailelerimiz bizi dışarıya tek başımıza çıkarmadılar hep birlikte zar zor izin alıp dışarı çıktık.Yine o ağacın yanına gittik çiğdemin gözü o beze takıldı buldum diye bağırdı melih ve o ablanın neden öldüğünü buldum o abla benim ablamın arkadaşıydı dedi onlarla gezintiye çıktık ve o bu bezi çözmeye çalıştı ve ertesi gün öldü melihin de başına aynı şey geldi önce inanmadık ama sonra inandık.Ertesi gün yanımıza makas ve bıçak alıp gittik o bezi kestik ve ertesi gün hepimizin elleri kabarmıştı ve buna iyice inandık bunu yapanın kim olduğunu da bulduk bunu yapan kulübede yaşayan dedeydi bunu aynı bezi bağlamaya çalışırken yakaladık korkup kaçtı bir hafta sonra ölü bulundu şimdi o evi satıp başka bir yerden yazlık aldık ama o olaylar aklımdan çıkmıyor her gün kabuslarıma giriyor buna inanın lütfen birkaç arkadaşımız inanmadı ve gördükleri yüzünden delirdiler...

Öldüren Düğüm

Ben emirhan 14 yaşımdayım bursada yaşıyorum bu olay bu yıl yazlıktayken başıma geldi arkadaşlarımla geziyoruk bir ağacın altında dinlenmeye karar verdik ağaçta bir bez vardı üzerinde anlamadığımız şekiller vardı.O bezde birçok düğüm vardı melih o düğümleri çözmeye çalıştı fakat başaramadı bir güç onu bunu yapmaktan alıkoyuyordu sanki sonra o bezle ilgilenmeyi bıraktık biraz konuştuk eğlendik.Sonra evlerimize döndük ertesi gün sitede bir çığlık duyduk bu çığlıkla uyandık.Melihin annesinin sesiydi bu hemen koştuk melih kanlar içinde yatakta yatıyordu özellikle elleri paramparça olmuştu polis geniş güvenlik önlemleri aldı.Çünkü bu olay ilk değilmiş diğer siteden bir ablada bu şekilde bulunmuş çok korktuk ailelerimiz bizi dışarıya tek başımıza çıkarmadılar hep birlikte zar zor izin alıp dışarı çıktık.Yine o ağacın yanına gittik çiğdemin gözü o beze takıldı buldum diye bağırdı melih ve o ablanın neden öldüğünü buldum o abla benim ablamın arkadaşıydı dedi onlarla gezintiye çıktık ve o bu bezi çözmeye çalıştı ve ertesi gün öldü melihin de başına aynı şey geldi önce inanmadık ama sonra inandık.Ertesi gün yanımıza makas ve bıçak alıp gittik o bezi kestik ve ertesi gün hepimizin elleri kabarmıştı ve buna iyice inandık bunu yapanın kim olduğunu da bulduk bunu yapan kulübede yaşayan dedeydi bunu aynı bezi bağlamaya çalışırken yakaladık korkup kaçtı bir hafta sonra ölü bulundu şimdi o evi satıp başka bir yerden yazlık aldık ama o olaylar aklımdan çıkmıyor her gün kabuslarıma giriyor buna inanın lütfen birkaç arkadaşımız inanmadı ve gördükleri yüzünden delirdiler...

Cinden Gelen Cevaplar

Okuldayız. Arkadaşlarla hadi ruh çağıralım dedik. Herkes bi malzeme getiricekti, konuşmuştuk. Ben fincan getircektim, Büşra harfleri kesip getirecekti, mumları falan filan da diğer arkadaşlar getirecekti. birde Kur’an-ı’kerim getiricektik. biz 10 kişi filandık. 1 saatlik öğle tenefüsünde toplandık, resim atölyesine gittik. anahtar kapının üstündeydi. kapyı kitledik ve ışıkları açmadık. perdeleri çektik. neredeyse karanlık bi ortam vardı. dua filan okuduk, eey ruhh filan klasik şeyler söyleyim cini beklemeye başladık. birden resim atölyesindeki panolardan birinde duran, öğrencilere ait bi çalışma yere düştü. haliyle korktuk tabi. tam dışarı çıkıcaktık ki bi arkadaş, tesadüftür, durun, panodaki çalışmalar zaten hep düşüyor, dedi. biz de tamam dedik. ben düşen çalışmayı panoya geri astım, ve arkadaşlarımın yanına gittim. beklemeye başladık. demin düşen çalışma gene düştü. bu sefer düşeceğini sanmıyordum çünkü resmi 5 yerinden toplu iğneyle panoya asmıştım. kendi kendine düşücek gibi diildi yani. tesadüftür, diyen arkadaş, bu sefer, bişey diyemedi. sonra herkes nası yapıyorsa biz de yaparız, dedik ve gelen şeye sorular sormaya başladık. masada dizili olan harfler oynamaya başladı. oynayan harfleri sırasıyla okuduk, arkadaşımın sorduğu soru; öss yi kazanıcakmıyım? dı. gelen o şey hayır demişti. korktuk bayaa bi. hemen fırladık koridora. öyle etkilenmiştim ki, annemlerin bana çok kızacağını bilmeme rağmen yaptığımız şeyi söyledim anneme. annem, bu bilim adamları tarafından çok tartışılmış bişey, kendinizi o kadar çok kaptırıyorsunuz ki, harfleri beyin sinyalleriniz hareket ettiriyor. arkadaşının sorusuna hayır demesi, arkadaşının buna inandığını gösterir. beyin sinyalleriniz o kadar güçlüdür ki, fincanları, harfleri bile oynatır. arkadaşlar, o sıra ben çok korktum. bu şey beyin sinyallerimizin gücü olsa da bu işe kalkışmayın.

Telefondaki esrarlı ses

bir gün okuldan eve gelmiştim.o gün arkadaşlarımla parti vermeye karar vermiştik.annem geceleri çalışıyordu.arkadaşlarım partiyi saat 8:30 verelim dediler.ve bizde vermeye karar verdik.Neyseki akşam olmuştu.arkadaşlarım(erkek kız karışık)gelmişlerdi.herşey çok güzeldi.saat 10:30 du.tam o sırada telefon çaldı.telefon çaldığını duymamıştık.volumü çok açmıştık .ikinciyide duymadık .derken tam arkasından 3.cü çaldı.ben baktım.esrarlı ses bana akşam yalnızmısın diye sordu ben şoke oldum.telefonu kapattım.herkes telaşlanmıştı.sağa sola gidiyorlardı.ben partiyi teyzemin3 katlı evinde verdiğim için yukarıdan sesler geliyordu.yani tavan arasından...kapı çaldı.korkudan kapıyı açmadım.telefon çaldı.esrarlı ses bana oyun oynamak mı istiyorsun!diye haykırdı.olanlar olmuştu şarter attı aniden. kapı çaldı. kapıya el yordamıyla açmaya çalıştım.nabzım küt küt atıyordu.ve açtım sonunda...cee diye bir ses geldi meğer teyzemmiş.arkadaşlarım ve ben bu partiyi aylarca konuşmuştuk.telefondaki esrarlı sese gelince bunu teyzem yapmadığını söyledi.o günden sonra ne parti verdik ne de teyzemin evinde sonuç teyzemin evi lanetliymiş .arkadaşlar inanmazsanız inanmayın.dört sene önce gaztelerde yayınlanmıştır.....

Korkma bana yolla

iki abi kardeş sohpet ediyolarmış küçük olan abisine düngece bana birileri geldi sabaha kadar zorla benle konuşmak istediler benim uykum var desemde gitmediler uyku sersemi ne olduğunu anlayamadım sonra ne oldukları anladığımda da çok korktum demiş.abiside dalga geçerek korkma ne korkuyon bidaha gelirseler bana yolla diyorbir kaç gün sonra küçük kardeşe yine geliyorlar ve abisinin lafı aklına geliyor ben sizden çok korkuyorum abim sizden hiç korkmuyomuş gidin onunla sohpet edin diyoo........ve o gece büyük abiye gidiyorlar sen kardeşine bana yolla demişsin bizde geldik diyorlar ve sabah olana kadar onunla zorla sohpet ediyolar işin garibi abi kardeşte ne konuştuklarını hiç hatırlamıyorlar. bidaha onları hiç bişi rahatsız etmiyor çünki ikiside ölecek kadar çok korkuyor ve onlar çok korkanlara gitmezlermiş........

Ebenin doğum yaptırdığı zor anlar

köy yerinde ebeyi doğum için gecenin geç bi vakti evden alıyorlar ve ebe doğuma giderken yolda bir kurbağa görüyo karnı şiş yol üstünde kimse görmez ezilmesin diye kenara itiyor.doğumu yaptırdıktan sonra evine dönüyor.ve yine telaşla kapısı çalınıyor yanımadığı biri eşinin doğuracağını ve ona yardım etmesi gerektiğini söylüyor sizi tanıyamadım desede okadar telaşlıymışki adam,dayanamıyor ve onla gidiyor giitiği yere dikkat etmiyor ama kesinlikle köyde biyer bilmiyor ve böyle birilerini tanımıyor eve giriyor ve kadına doğumu yaptırıyor ebeye işi bitince kucağına birsürü soğan kabuğu veriyorlar.ebe kırmamak için onları alıyo ve evine aynı hızla geri dönüyor.kapıdan içeri girerken sağan kabuklarını kapının ağzına atıyor.ve işte içeri girince olan oluyor ebenin çoçuğu ateşler içinde yanıyor ağlıyor çoçuk durmadan mutfağın camında sesler duyuyor ve oraya yaklaşıyor bir baksın ki koca koca odunlar ateş yakıyorlar ve çüçük çoçukları ateşe atıyorlar karısına doğum yaptırdığı adam da orda ve ona diyorki ebe hanım ebe hanım besmelesiz uykuya yatırdığınız çoçukları biz böyle ateşe atarız kadın hemen çoçuğunun başına gidiyo ve dua okumaya başlıyor kapılarını camlarını sıkı sıkı besmele ile kapıyo ama sabah ezanı olanakadar bebekleri yaktıklarını görüyoo bu yanma çoçuklara ani ateşlenme gibi gerçek anlamda vücudları yanmıyo sabah olduğunda her şey bitiyor sonra gözüne kucağında kalan bir tane altın ilişiyo hemen kapı önüne koşuyo ve diğer soğan kabuklarına bakıyo onlar altın olmamış içeri sokmadığı için.ve ondan sonra bir daha gece besmelesiz yola çıkmıyor çoçuğunu uyutmuyor...............

Müze

İşten yeni dönmüştü. Çantasını ve elindeki naylon torbayı ayakkabılığın üzerine bırakıp salona geçti. Paltosunu çıkarmadan hemen oracıktaki markizin üzerine çöktü. Biraz terlemişti. İçinden yüzüne doğru sıcak bir buğu yükseldi. Yorgundu. Derin bir nefes aldı. Daha çok iç geçirme gibi bir şeydi bu. Sinirli bir şekilde , ani bir hareketle bacak bacak üstüne atıp , arkasına yaslandı. Kocası evden ayrılalı iki gün oluyordu. Haber vermeden , çantasını aldığı gibi çekip gitmişti. Bacağını ileri geri sallarken , bir taraftan da salonun orasına burasına , kıyıda köşedeki yerlerine göz gezdiriyordu. Bu arada baş parmağını telefon sehpasının üzerine yanlamasına sürüp toz denetimi yapmayı da ihmal etmedi.

“Üfff!..Ne yapsam? Hiçbir şey , hiçbir zaman tam olamıyor bu evde. Mutlaka bir eksiklik oluyor. Pervaz diplerinin tozunun alınması gerekiyor. Şu kalın perdelere bak. Allahım!..Vampir şatosundaki perdelere benziyorlar. Daha yeni yıkamıştım bunları ben. Hepsi toz ve is içinde...Bu adam da nerede acaba? Niye gitti gene? Bir telefon bile etmedi. Bıktım usandım artık!”

Akşamın uzayan gölgeleri salonu iyice loşlaştırırken , güneşin son ışıkları pencere köşelerinde ölgünleşiyordu. Evde bilinçli bir yaşanmamışlık vardı. Hiçbir şeyin değişmemesi ; yapay bir biçimde , zamana direnmesi , yerinde ve konulduğu gibi kalması için , yaşanmamışlık gerekliydi. Babasının , eşyaların da yaşadığından söz edişini anımsadı bir an. Annesi öldükten sonra , evlerindeki eski eşyaların kederlendiğini , hatta renklerinin büsbütün solduklarını söylemişti babası. “Koltuklar , kanepeler , sehpalar , biblolar can yoldaşıymışçasına bizimle birlikte yaşıyor ve ölüyorlar” demişti. Begonyalar , Cezayir Menekşeleri , Sardunyalar da öyle değil miydi? Ama o , hep uzağında durdu bunların.Yıllara direnmesini , yeni , yepyeni kalmasını istiyordu eşyalarının. Onları örtülerle , kılıflarla güneşten koruyor , sık sık tozlarını alarak , deterjanlı sularla siliyor , sildiriyordu. Misafir bile kabul etmiyordu!..

Kocası gittikten sonra evin böylesine boş ve düzgün kalışına memnun olmuştu. İşte her şey sabah bıraktığı gibi düzgün ve tertemizdi. “Fikret olsaydı bu ev böyle kalamazdı” diye geçirdi içinden. Ama , yine de doyurulmak isteyen bir eksiklik , bir boşluk duygusunun baskısı vardı.

Fikret onu kapı önünde gülerek karşılar , gününün nasıl geçtiğini sorardı. İki gündür böyle olmuyordu. Bir an bu anlamlılığı arar gibi oldu. Biraz buruklaşmıştı ki , hemen kendini topladı.

Fikret’in bütün gün evin her tarafına girip çıktığını , sabahleyin işe giderken düzelttiği , yerli yerine koyduğu eşyaların yerlerini değiştirdiğini , mutfağı kirlettiğini , yıkanacak kap kacağı öylece , bir çöplük yığını gibi evyenin yanında biriktirdiğini düşündü. O halde , zorunlu bir kötülüktü Fikret.Yaşıyor , kullanıyor ve kirletiyordu. Evde zamanın donmasına fırsat vermiyordu.

Eşyaları eskitiyordu.“Neden çıldırmadığıma hâlâ şaşıyorum? Gittiği iyi oldu” diye bir kez daha geçirdi içinden. Paltosunu çıkarttı.Girişteki büyük boy aynasının önünde durdu. Uzun uzun yüzünü ve bedenini inceledi. Karnının , kalçalarının büyüyüp büyümediğine baktı. Duru , mermer soğukluğunda , biraz itici , kibirli denilebilecek bir güzelliği vardı. Bu üşüten güzelliğin ardında duyguya , sevgiye hemen hiç yer yoktu. Aşkı platonik anlamda kabul ediyordu. Eylemsel aşk , yani sevişme , kirlenme ile eşdeğerdi onun için. Yıllarca adet yerini bulsun diye , evlilik gereği sevişmişti kocasıyla. Bir kez olsun duygularıyla katılmamıştı bu aşk uygulamasına. Öyle ya , evlilik uygun bir zaman aralığında sevişmek ; bu görevi de yerine getirerek aradan çıkartmak değil miydi? Fikret arada bir dozunu kaçırarak ona yaklaştığında , binbir bahane bularak kocasını sevişmekten vazgeçirir ; o da karısını kırmak istemediğinden dediklerini yapar , sudan bahanelerine inanmış gözükürdü. Uygar ve nazik adamdı doğrusu. Bazen rastlantıyla bir kez sevişirseler , bir daha altı ay sevişmezlerdi. Çünkü , her zaman geçerli ve hazır bahaneleri vardı.

Kocası değerli , pahalı bir elektronik araçmış gibi ona dokunamıyor , çaresiz perhiz yapıyordu. Fikret’in emekliye ayrılması , Nilay’ın hiç hoşuna gitmemişti. Kocasını artık , işsiz güçsüz zavallı bir emekli olarak görüyordu. Bu nedenle , evlilik ilişkileri bir tür ortaklığa dönüşmüştü. İki kişi aynı evde kalıyorlardı o kadar. Nilay’a göre , bir erkek , iyi bir işe , toplumda saygınlığa sahip olmalıydı. Otuz dokuz yaşında kimsenin değer vermediği bir emeklinin karısı olamazdı. Fikret , bir erkek , bir güç ve erk unsuru olarak saygınlığını yitirmişti gözünde. Sıradanlaşmıştı. Bir zamanlar, karizmatik özellikleri, iyi giyimi, dil bilgisi, ekinsel birikimi nedeniyle eksiksiz olarak nitelendirdiği bu adama aşık olup evlenmişti. Ama Fikret emekli olarak oyun bozanlık yapmıştı ; artık istediği , beğendiği , statü simgesi o adam değildi. Basit bir insandı. Bir emekliydi artık...Yaşamlarında büyük bir değişiklik olmuştu.

Nilay , salona uygun olmadığı için yan odaya koyduğu , yıllar önce ölmüş annesinin ve babasının yemek yediği çatal , kaşık ve bıçakların bulunduğu vitrini inceliyordu. Her zaman yaptığı gibi ceviz kaplamaya elini sürüp tozlu olup olmadığına baktı. Art Nouveau çizgilere sahip vitrinin üzerinde kümeleştirdiği küçük gümüş süs eşyalarına , kurumuş çiçeklerin bulunduğu kristal vazoya ve küçük gümüş çerçeveler içindeki siyah-beyaz fotoğraflara göz gezdirdi. Hepsi yerli yerinde ve bıraktığı gibi duruyorlardı. Kalın perdelerin kıvrımlarına dokundu , düzeltir gibi yaptı. Salondaki her şey iyi görünüyordu. Rahatlamıştı. Kocası olmadığı için , evin genel görünümü bakımından içinde huzursuzluk yaratacak bir düzensizlik ortaya çıkamıyordu.“Ölü , kurumuş bir çalı gibi kaçtı , uzaklaştı benden. Böylesi daha iyi belki. İkimiz için de...” diyordu. Kocasının gidişine aldırmaz görünüyor , kendiliğinden dönüp gelir diye düşünüyordu. “Döneceğini biliyorum. Gelip ayaklarıma kapanacak. Zayıf olmamalıyım...” Bağımsızlığına , özgürlüğüne düşkün , karınca kararınca aydın bir kişi olan Fikret ; yaşantısı bir karabasana dönüştüğünden çareyi evi sessiz sedasız terk etmekte bulmuştu. Ortaklığı bozmuştu.

Evin bu yaşanmıyormuş görünümünden öylesine haz duyuyordu ki Fikret’i unutmuştu bile. Oysa Fikret , bir zamanlar yalnız gittiği iş seyahatlerinde , ne olursa olsun , her akşam karısını telefonla arar hatırını sorardı. Nilay , bu aramalardaki duygusallığı ve sevgiyi anlayamayacak kadar duygusuz ve mekanik düşünüyordu. Fikret’in yerli yersiz övgüleri , armağanlar alması rahatsız ediyordu onu. Böyle anlarda daha fazla içine kapanıyor, zırhını kalınlaştırıyor , sinirleniyor , sinirleniyordu. Yaşam , Nilay için bitmez tükenmez görevlerden oluşmuş bir süreçti. İşten döndükten sonra yatana kadar ikinci görevini yerine getiriyor ; evi düzeltip , sabah bıraktığı düzene döndürüyordu. Bunları yapmazsa rahatsız ve gerilimli oluyordu. İşlerini bitirdikten sonra televizyonun karşısına geçiyor , tüm enerjisini tükettiğinden , bir iki basit konulu popüler diziyi seyredeyim derken ekranın karşısında uyukluyor , bir süre sonra da dayanamayıp gece saat on , on buçuk sularında gidip yatıyordu. Boğuntular içinde yaşlanmış bir ruh yapısı vardı.

Sabah uyandığında her tarafı uyuşmuştu. Yatak bozulmasın diye kalıp gibi kıpırdamaksızın uyuyordu. Boğazında bir şey düğümlenmiş gibiydi. Bir bulut ibrişim inceliğiyle boğazını sıkıyordu. Yüzü kızarmış , terlemişti... Terliklerine baktı. Gece yatarken bıraktığı gibi yanyana duruyorlardı. Yorganın bozulmaması için ayaklarını düzgünce bedenine doğru çekti ve kalktı. Biraz gerindi ve hemen yatağını düzeltmeye koyuldu. Tuvalet masasının aynasında kendini inceledi. Kalın perdeleri açtı. Camlarda sabırsızlıkla bekleyen günün ilk ışıkları , beyaz sessiz bir patlama gibi birden odaya doluştular. Hava pusarıktı. Karşıdaki apartmanın ıvır zıvır doldurulmuş yan balkonlarına baktı. İçinden kızdı. Kendi balkonu tertemizdi. Gurur duydu bundan. Karşıdaki balkonlarda bir itilmişlik , yüzüstü bırakılmışlık hali vardı. “Mezbelelik, şu balkonlara bak! Pis insanlar bunlar” diye söylenirken bir taraftan da saçlarını geriye topladı. Banyoya yönelmişti ki evde bir gariplik hissetti. Yalnız olmadığını düşündü. Durakladı. Evi dinledi.Banyodan çıktıktan sonra gazeteyi , ekmeği ve sütü almak için girişe geldiğinde bir çift siyah makosen gördü. İrkildi. “Bunlar daha önce burda mıydı?” diye sordu kendine. Evet.

Yalnız değildi...

Şaşırmıştı. Kısık ve tedirgin bir sesle “Fikret!..” diyebildi. Askıda da siyah bir mont asılıydı. Kocası ne zaman gelmişti? Kapının açıldığını duymamıştı.Salona doğru yürüdü. Yarı aralık kapıdan içeriye baktı. Fikret’i göremedi. Televizyon seyrederken dizlerine örttüğü kırmızı battaniye akşam katlayıp bıraktığı şekilde kanapenin üzerinde duruyordu...

Tekrar etrafı dinledi. İkinci tuvalette ışık yoktu. Orada olamazdı. Geriye döndü. Kapıyı açarak apartman görevlisinin bıraktıklarını aldı ; getirip mutfağa bıraktı. Ellerini tezgâha dayadı tekrar etrafı dinledi. “Fikret gelmişti , evin içindeydi ama neredeydi?” Anlamsızlıkla karışık sorgulayan bir korku kapladı içini. Salona girmek istemedi. Merakını da gideremiyordu. “Fikret! Neredesin , ne zaman geldin?” diye yüksekçe ama yumuşak sayılabilecek titrek tondaki bir sesle kocasına seslendi.Yine yanıt alamamıştı. Binbir tür düşünce gelip geçiyordu aklından. Kocasının öldüğü ya da kalp krizi geçirerek bir köşede yığıldığı endişesine kapıldı bir an. İçindeki korku yüreğini yoruyor , acıtıyordu. Üşürleniyordu da. Elleriyle kollarının üst kısımlarını sıvazladı. İlk kez böyle bir şey başına geliyordu. Fikret eşek şakası yapmazdı. Evde olağandışı bir şeyler gelişiyordu. Salonun kapısını eliyle yavaş yavaş iterek ardına kadar açtı. Şimdi her tarafı daha iyi görebiliyordu. Perdeler , koltuklar , gümüşleri , vitrin... hepsinde bir beklenti içindeydi sanki.

Kafasını kapıdan uzattı. “Fikret!..” diye ıslığımsı bir ses döküldü dudaklarından. Yanıt gelmedi. Yavaşça içeriye süzüldü. Biraz ilerledi. Kimse yoktu. Tekrar “Fikret!.. sen mi geldin” diye seslendi. Bir kez daha yanıt alamamıştı... Kalın perdelerden birisinin kıvrımları bozulmuştu. Düzeltmek üzere oraya yöneldi. Perdeye elini uzatmıştı ki birden bir el gırtlağından ve bileğinden yakalayarak havaya kaldırdı onu. Gözleri büyüdü , sesini çıkaramadı. Fikret , perdelerin sarı ibrişimden yapılmış kordonlarını çekti ve boğazına doladı. Sıkıyordu. Gözleri dışarıya uğramıştı. Hiçbir şey söyleyemedi. Hava alamıyordu. Bir şeyler söylemek istedi. Gözlerinde şaşkınlıkla karışık yalvaran bir ifade donmuştu. Çaresizdi. Boyun eğdi ve ölümü kabullendi ; bir kaç kez çırpındı , kurtulmaya çabaladı ve sonunda cansız bedeni kasıldı kaldı.

Nilay’ı boğarken yakası paçası bir tarafa dağılan Fikret , bitkin ve nefes nefese “mumyayı hazırlayabilirim artık” diye söylendi. Sakinleşmek için dolaptaki viski şişelerinden birisini alıp kafasına dikti. İçerken bir yandan da göz ucuyla cesede bakıyor kıs kıs gülüyordu. Viski şişesini sehpanın üstüne koydu. Çömelerek cesedi kollarına aldı ve büyük taban halısının ortasına taşıdı. Kordonları sıkarken Nilay’ın boğazında morluklar ve kan çizikleri oluşmuştu. Yatak odasından karısının makyaj malzemelerini getirdi. Cesetteki kan çizgilerini pamuklarla sildi. Morlukların üzerine bolca fon dö ten sürdü. Çekmecelerden dikiş iğnesi buldu , iplik geçirdi ve cesedin göz kapaklarını özenle kaşlarının altına dikti. Nilay’ın gözleri artık , hep yaptığı gibi , evi denetleyebilmesi için sürekli açık kalacaktı. Gardrobundan getirdiği ve bir türlü giymeye kıyamadığı , istiflemek için satın aldığı pahalı tuvaletlerinden birini giydirdi ve mink kürkünü çıplak omuzlarına koydu. Saçlarını biçimlendirerek üzerine simler serpti. Sprey sıkmayı da ihmal etmedi. İşte Nilay , doğal bir görünümlü bir ceset , bir mumyaya dönüşmüştü. Hep bunu yapmak istemişti.

Onu salonun en güzel köşesindeki berjer koltuğa oturttu ve devrilmemesi için görünmeyecek şekilde perdenin kordonları ile koltuğa bağladı. Kıs kıs gülmeye devam ediyordu. Elbisesinin kıvrımlarını düzeltti. Cesedin yüzüne ifade vermek , soğukluğunu gidermek için dudaklarını eliyle iki yana doğru çekti. Gülümsemesini sağladı. Bir iki adım geriye çekildi , başını iki yana eğerek defalarca baktı. Salonun kapısına giderek bir kez daha baktı. Dekor tamam mıydı? Evet!..

Nilay’ın göz kapaklarının dikili olduğu yerlerden sızan kan pıhtılaşmış ve yarı açık , baygınca bakan gözlerinin pınarlarında , uçlarında ilginç , etkileyici , adeta gizemli bir far görüntüsü yaratmıştı. Gülümseyen cesedin üzerindeki koyu bordo yaprak desenli siyah gece elbisesi ile kırmızı renklerin hakim olduğu koltuklar , gülkurusu duvar kağıtları çok güzel uyuşmuştu. “Dekor tamam” tümcesi döküldü dudaklarından.

Fikret , daha önce alıştırıldığı gibi etrafı topladı. Toz aldı. Her yeri eksiksiz bir biçimde eski haline getirdi. Viski şişesini yanına alarak evin diğer odalarını bir daha gezdi. Her şey yerli yerindeydi. Banyoya baktı. Nilay’ın havlusunu getirip yerine astı. Salona giderek , sabahlığını ve cesedin üzerinden çıkardığı giysileri yatak odasına getirdi ; katlayarak düzenli biçimde dolaba koydu. Evi , Nilay’ın rahat edeceği gibi yaşanmayan bir yer konumuna getirdi. Öyle ki , Nilay yaşasaydı , bu dekoru görseydi , kocasını mutlaka alnından öperdi. Tekrar tekrar uzun uzun her tarafa baktı. Her defasında parmak dokunuşlarıyla küçük küçük düzeltmeler yapmayı asla ihmal etmiyordu. Girişte askılıktaki montunun altında asılı duran naylon torbadan özenle yaptırılmış , üzerinde “Müze” yazan tabelayı çıkarttı. Salona giderek, çıkmadan , Nilay’ın cesedine son kez “allahaısmarladık sevgilim ; istediğin gibi her şey eksiksiz ve kusursuz. Bir daha da değişmeyecek ve seni asla rahatsız etmeyecek! ”dedi. Sokak kapısının üzerine “Müze” yazısını özenle yapıştırdı ve kapıyı ardına kadar dayadı. Apartman sabah hareketliliğine yeni başlarken , hızla merdivenleri indi , sepetten gazetesini almakta olan en iyi komşusu Hamiyet hanıma gülümseyerek “günaydın efendim” dedikten sonra ana kapıdan içeriye hücum eden gün ışıkları içinde kayboldu.

Gözlerin Söyledikleri

Yıllardan İsa Mesih’in doğumundan 1348 sene sonra gelen yıl, beraberinde öyle bir dehşet getirmişti ki, insanlar peygamberden dahi umutlarını kesmişti. O senenin en güzel gününde bile ufukta gözüken kahverengi bir pus ile savaş veya hastalık yüzünden ölenlerin yakılmasından oluşan kirli dumanlar, güneşin bu soğuk parlamasının sadece acımasız işkenceye bir ara, ölüm kampında bir mola olduğunu pis pis sırıtarak anımsatıyorlardı.

Veba, veya bazılarının deyişiyle ‘kara veba’ salgını başlayalı birkaç ay olmuştu, fakat zaten yıllardır iyi ürün alamadığı için bitkin düşmüş halk, bu nereden geldiği belirsiz olan hastalık karşısında kürdan gibi kırılıyordu; bazı şehirlerde ölenlerin sayısı o kadar yüksekti ki, üst üste yığılan tabutlar, çabucak cesetlerle dolan toplu mezarlar gibi sahnelere rastlamak olağan olmuştu.

Nereden ve neden geldiği bilinmeyen bu hızlı ve acı dolu ölümün sırtındaki Azrail, zengin veya fakir ayırt etmeksizin her üç kişiden birinin canını alırken onun gibi adamlar sokaklarda kalan son can yaşam belirtilerini arıyorlardı. O, sokakları dolduran ceset nehrinde belki hala canlı kalmış zavallı insanları arıyordu, kiliseye götürüp iyileştirmek için. Gerçi kilise onları bu hastalıktan kurtaramıyordu ama yine de onların ölürken daha az acı çekmelerini ve tanrının yanına iyi birer Hıristiyan olarak gittiklerini düşünmelerini sağlıyordu.

O gün tanrının bir memuru olarak yine Prag şehrinin sokaklarında kuş gagasını andıran maskesini -maskenin insanı hava yoluyla bulaştığı sanılan bu hastalıktan koruduğuna inanılıyordu- takmış, elinde ucu çatalı andıran uzun bir çubuk ile ölülerin arasından çıkarabileceği can çekişen insanları arıyordu. Nedense o gün gökyüzü grinin yeryüzünde görülebilecek en koyu tonundaymış gibi gözüküyordu ve nedense bunu sadece o fark etmişti. Fakir insanların oturduğu bir mahalledeki daracık bir arka sokağa girdi, sokaktaki büzüşmüş ve boyaları dökülmüş binaların cepheleri ona çile çeken insanların yüzlerini anımsatıyordu. İnsan hayatının değerinin bir ekmekten fazla olmadığı bu mahallede insanlara yardım etmek ancak onları gömmekle olabilirdi, çünkü hayatın son izlerinin de buradan hunharca çalınmasının üzerinden çok zaman geçmişti.

İşinden nefret ediyordu, ona göre zaten bir cesetten farkı kalmayan-daha kötüsü canlı olan- zavallı insanların toplanıp ölüme uğurlanmaları yerine öldürülmeleri daha uygun olurdu, çünkü o, hastalıklı insanlara en yakın olan kişiydi ve onların ne korkunç acılar çektiğini en iyi o görüyordu. Hastalığın belirtileri kasıktaki veya koltuk altındaki kara şişlikler olarak ortaya çıkıyordu ve iki gün içinde bulantı, ateş ve kusmalar görülüyor ve sonra da hasta ölüyordu. İki gün, Kendine pek dikkat etmeyen ve kir içinde yaşayan yoksul halk için çok kısa bir süre olsa da bazen varlıklı insanlar bile kara ölümün pençesinde kıvranmaktan kurtulamıyorlardı. Daha kötüsü bazen veba hiçbir belirti göstermiyordu ve ani ölümler oluyordu. Bir hekimin deyişi ile ‘Değerli soylular, beyefendiler, güzel hanımlar sabah aileleriyle birlikte yemeklerini yiyorlar ve akşam öbür dünyada oluyorlardı’.

Yassı ve aşınmış taşlardan oluşan sokakta yürürken hiçbir yerde yaşam belirtisinin olmaması dikkatini çekti, sokak gittikçe sessizleşip hareketsizleşiyordu ve bu boşluk duygusu onda pek hoş olmayan bir ruh haline sebep oluyordu. Bir şeyler olması gerektiği gibi değildi sanki; bu sokakları yaklaşık bir yıldır neredeyse her gün turluyordu fakat onları ilk kez bu kadar sessiz ve terkedilmiş görüyordu, acaba hastalık şehirde yaşayan herkesi öldürmüş ve son sıraya kendisini mi koymuştu diye düşündü, fakat bu rahatsız edici hayali çabucak kafasından uzaklaştırdı, çünkü birkaç adım ilerden bir ses duymuştu: bir gıcırtı ve ardından gelen çıtırtılar. Sesin sol taraftaki hafifçe kıpırdayan bir pencereden geldiğini fark ettiğinde içi ürperdi, kapı ve pencerelerin hepsinin kapalı ve kilitli olmasına karşılık karşısında hafifçe açık duran pencereler aklına karanlıkta kendisini sinsice izleyen çirkin ucubeleri ve şekilsiz garip yaratıkları getirdi, onun her hareketini izleyip zayıf bir anında harekete geçerek onu şeytansı bir tuzağa düşürecek olan hilkat garibelerini...

Bu çirkin düşünceleri aklından çıkartıp cesaretini topladı, titrek ve korkmuş bir sesle ‘’Kim var orada?’’ diye seslendi. Cevap gelmedi. Sorusunu tekrarlayacak cesareti kendinde bulamıyordu, sokaktaki kötülüklerin dikkatini çekmek istemiyordu çünkü. Biraz bekledikten sonra sopasını yavaşça kaldırarak metal ucuyla pencereyi geri itti ve o anda pencereden fareler boşaldı, mutlak sessizliği bozan bir çığlık attı ve geriye doğru sıçradı. Üç tane sıçan pencereden atlayıp viyaklayarak hızla etrafa kaçıştı. Garibelerden veya iblislerden bir eser olmadığını görünce nispeten rahatladı, onu boğarmış gibi bunaltan ve görüş açısını daraltan ‘korunma’ maskesini çıkardı, hekimlerin canı cehenneme, yoluna devam etti.

İşinden ayrılmak ve uzak diyarlara gitmek istiyordu, ölüm kokan sokaklar yerine serin ve huzurlu ormanlarda dolaşıp tepesinde kilise çatısı yerine yıldızlı gökyüzü varken uyumak istiyordu, üşütmek ve –veba hariç herhangi bir sebepten dolayı- ölmek istiyordu. Ölüm onun için kötü bir son değil, gitgide anlamsızlaşıp kötüleşen hayatına karşı sunulmuş en iyi alternatifti.

Huzur dolu düşlerinden sıyrıldığında damları dökülmüş ve pencereleri tahtalarla çivilenerek kapatılmış evlerden oluşan bir sokakta buldu kendisini, her yere eskimiş, çoğunlukla tanınmaz hale gelmiş cesetler serpilmişti; işin ilginci bu sokağa daha önce hiç girmemişti. Yılardır bu şehirde yaşıyor ve bir yıla yakın zamandır şehrin bütün sokaklarında devriye gezileri yapıyor olmasına rağmen hafızasında bu sokak ile ilgili bir şey bulamıyordu. Lanetli işine devam etmeye karar verip artık ölümcül derecede sessizleşmiş olan sokakta kalp atışlarını işiterek yürümeye başladı. Öğle saati olmasına rağmen zaten karanlık olan gökyüzünün iyice kirlenmiş olduğunu fark etti.

Koku... Cesetlerden çıktığına inanmanın güç olduğu, adeta sokağın her köşesine sinmiş olan o pis çürüme kokusu, insanı koklama duyusunun çalışmamasına dua ettirecek kadar keskindi. Burnundan nefes almamaya çalıştı, fakat o iğrenç kokunun ciğerlerine dolduğunu düşündükçe içi kalkıyordu, sonunda dayanamadı; kustu. Berbat hissediyordu, koşmaya başladı. Geldiği yöne doğru koşmaya başladı, geri dönmek için tüm gücünü harcıyor ve deliler gibi bağırıyordu...

...Ta ki yolunun bir çıkmaz sokakta son bulduğunu fark edene dek. Boyası dökülmüş, dibinde cesetlerin yattığı duvarı yumrukladı, tekmeledi, fakat beklenilmedik derecede sağlam olan duvarda hiçbir değişiklik olmadı. Tepinmekten yorulup terler içinde yere çökene kadar o duvara çalıştı, soluklandı ve önünde yatan cesetleri inceledi; diğerlerinden pek farklı değildi onlarda, bir istisna dışında: Cesetlerin arasında soluk tenli, siyah saçlı ve çevresindekilere nispeten daha az zayıf bir kadın vardı. Sokaktaki ve şehirdeki diğer cesetlerin aksine onda çürüme, kokuşma ve kirlenmeden eser yoktu, sanki ölmemiş, bir uykuya yatmıştı. Üstündeki kıyafetler sanki daha dün dikilmişti, fakat her şeye rağmen teni kar beyazıydı ve bu onun ölü olmasını gerektirirdi. Bir an içinde bir acıma duygusu yükseldi. Tekrar burnundan nefes almaya başladığında bütün sokağı saran kokunun buradan geldiğini fark etti ve bir daha midesi bulandı, midesinde kalan son parçaları da boşalttı.

Artık canına tak etmişti, kendini toplayınca:‘’Bana yapmak istediğin bu mu alçak şeytan?’’ diye bağırdı, delirmişti, bu işkenceye daha fazla tahammülü yoktu ‘’Lanet olası canımı al da kurtulayım!’’ dedi. Ve ölü kadın aniden yattığı yerden dikildi, doğal olmayan, lanetli bir güç tarafından yapılıyor gibi görünen bir hareketti bu, kadının göz kapakları açıldı ve simsiyah gözleri ortaya çıktı, ellerini bileklerinden kavradı ve ağzından bir kadından beklenmeyecek kalın bir tonda şu sözler döküldü: ’’O zaman bize katıl ve acılı kurtuluşun krallığına gel...’’

Bunları söylerken kadının gözleri sabitti ve en ufak bir kıpırtı göstermiyorlardı. Olanların karşısında kalbi korku ve dehşetten deli gibi atıyor, dili tutulduğundan söyleyecek söz bulamıyordu. Felç geçiriyordu adeta ve ne olursa olsun kabullenmek düşüyordu ona.

Gözlerini kadınınkileri ile birleştirdi ve o gözlerin yavaşça karanlık bir havuza dönmesini izledi, koyu renkli, içinde hastalıklı ruhların yüzdüğü zehir dolu bir havuza. Kendini bir anda o havuzun kenarında buldu, gördüğünde insanın içini daraltan, şeytansı kötülüğün ve sonsuz ölümün içinde yüzen o ruhlar, yeryüzünde tanımlaması en zor olan şeylerdi, çünkü onlar bu dünyaya ait değillerdi. O da artık bu dünyada değildi. Bir anda ayakları yerden kesildi, tanrısal bir güç adeta onu yakasından tutup yukarı çekiyordu, yükseldi ve havuzun ortasında durdu. Kalın ve sinsi bir kahkaha duydu ve ondan sonra düşüşü hissetti, çığlık atarak...

Meslektaşları onu cesetler arasında bulduklarında ölü bir kadına sıkıca sarılmış, anlamsız kelimeler sayıklıyordu, hiç kimse ne dediğini bilmiyordu. İnsanlar onu ayırmak için yanına yaklaşmadı çünkü korkuyorlardı ve biliyorlardı ki o artık uzun zamandır hayalini kurduğu ölümün kollarındaydı.

Gecenin Adamları

Kara , kapkara bulutların alabildiğine uzandığı göğün altında , civa yoğunluğundaki lacivert suyu kıpırdamadan duran denizin kıyısında gezinmekte olan uzun boylu , iri yapılı iki kişi arasında geçiyordu konuşmalar:

- Kaçmalarına göz yumdular! Bundan kuşkulanıyorum.

- Olacak iş değil. Bunu nasıl yaparlar.

- Bu türün kapalı kalması gerekiyordu. Durup dururken düşmanlarımızı , o kötü ruhlu yaratıkları , özgürlüklerine kavuşturdular.

- Büyük, çok büyük bir hata bu.

- Hepsi cezalandırılmalı!

- Samanyolu’na gitmiş olmalılar..Evrende yaşayabilecekleri çok az yer var.

- Onları bulmalı ve yok etmeliyiz... Çok çabuk ürüyorlar.

- Paniğe kapılmaya gerek yok. Başka bir gezegende de olsalar yararlanabiliriz onlardan. Önce biraz zaman geçsin ; üremelerine izin verelim. Nasıl olsa istediğimiz zaman yok edebiliriz onları.

- Yanılıyorsun. Zaman onların lehine çalışıyor artık. Onları elimizden kaçırmakla büyük bir hata yaptık.


Uzakta , karanlık pencereleri her şeyi yutmaya hazır büyük açılmış ağızlara benzeyen şato görünümlü yapıların çevresinde aceleci hareketler , emirler yağdıran sesler ve koşuşmalar vardı.

Kalın bulutlarla kaplı atmosfer geçit vermiyordu. Bu yüzden beyaz ışık hiçbir zaman olmamıştı bu gezegende. Yakan , yok eden , sonsuz karanlık yaşamın düşmanı beyaz ışık...Onlar geceyi seviyorlardı ve gecenin adamlarıydılar. Güneş çok çok uzaklardaydı. Ağır deniz ; yüzyıllar sonra dibindeki lacivert çamurdan , bu sadece kan ve taze insan etiyle beslenen , uzun boylu , güçlü , biçimsiz koyu mavi vücutlu , üstün zekalı , acımasız ölümsüz yaratıkları ortaya çıkartmıştı. Bu yaratıklar , sonsuz yaşam ve türün devamı için kan üreten insan sığırlarına gereksinim duyuyorlardı. Başlangıçta türün bir bölümü kan açlığına dayanamamış ; insan benzeri olduklarından birbirini öldürüp yiyerek soysuzlaşmış ve yok olmuştu. Diğerleriyse zor koşullara göre değişime uğrayarak direnç kazanmış ; uyum göstererek farklılaşmışlardı. Büyük ve ileri bir uygarlık kurmuşlardı ama , sonsuz yaşamlarını sürdürebilmeleri için sınırsız insan kanı olmalıydı ; insan kanı akmalıydı çeşmelerden. Böylelikle güçlerini koruyacak , evrende varlıklarını devam ettirerek diğer uygarlıkların hakimi olacaklardı. İnsan kanının yaşamsal önemi vardı onlar için.

Ağır denizin dibinde tortulanmış balçığın içindeki amino asitleri laboratuvarda sayısız kez birleştirdiler , birleştirdiler. Nihayet bir gün garip bir organik madde oluştu. Esnek , lezzetli , kırmızımsı , yağlı , durduğunda sıvı salgılayan organik bir madde. Bu etti! İnsan eti... Doğru yolda olduklarını anladılar. Etleri küçük parçalar halinde emiyorlar ; böylelikle gün boyu süren yaşam enerjisi kazanıyorlardı. Bu ıssız , karanlık ve çorak gezegende beslenecek başka bir şey yoktu ki...

Sabırla çalışmalarını sürdürdüler. Bir süre sonra beslenmelerine yarayacak ilk canlı insan bedeninin DNA’sı ortaya çıktı. Artık hızla üreyebilen bu yaratıkları sürüler halinde yetiştiriyor , beslenmenin yanısıra , çeşitli hizmetlerde kullanıyorlardı. İnsanlar , çabuk öğrenen akıllı yaratıklardı. Bu nedenle onlara gereğinden fazla bilgi vermek tehlikeliydi. Her şeyi öğrenirlerse isyan edebilir , kaçabilirlerdi. Bu yüzden ellerinden geldiğince dikkatli davranıyorlardı.

Bir gün korktukları başlarına geldi: Bir gurup insan ağıllarından kaçarak laboratuvarlara girdiler. Saklanarak tüm gece orada yapılanları izlediler ve her şeyi öğrendiler. Korkunç şeyler oluyordu. Bu durumda isyan etmenin de bir anlamı yoktu. En iyisi bu ölümcül gezegenden kaçmaktı. Kadınlarını da alarak uzay gemilerinin bakımı ile görevli arkadaşlarının yardımıyla gece adamlarının gezegeninden kaçtılar. Amaçları ; ölümden kurtulmak , özgür olmak ve gidecekleri yerde kendi uygarlıklarını kurmaktı.

Samanyolu içinde mavi , beyaz bir gezegene indiler. Uzay gemilerinin yaşam göstergeleri dünya hakkında onlara olumlu iletiler vermişti . Bu mavi gezegenin doğası sert , iklimi soğuk olmakla birlikte ; yaşanabilir nitelikteydi. İndikleri yerdeki derin mağaralar evleri oldu. Bir bölümü uzay gemisinin ilk indiği yer olan Afrika’da kalırken , diğerleri Kuzeydeki kıtalara göçettiler. Ama mutlulukları kısa sürdü. Gecenin adamları onları bulmuştu...

Uzaydan gelen güçlü adamlar , planladıkları gibi , insan sığırlarını kitleler halinde avlayarak gezegenlerine götürmeye başladılar. Daha iyi koşullarda bedenen iyice gelişmiş , Neanderthal adı verilen bu insanlar , daha fazla et ve kan üreten güçlü kuvvetli insanlar olmuşlardı. Gecenin adamları , Afrika’da Klimandjaro çevresinde toprak altında yaşayan , daha akıllı otoktonları bulamamakla birlikte , Kuzey’deki ormanların kenarlarında yaşam sürdüren geri zekalı Neanderthal adamlarının hepsini kanlarını emerek öldürüp yediler. Öyle ki , bir kaç yüzyıl sonra dünyadaki Neanderthal adamları , kadın, erkek, çocuk, tamamen tüketilmiş ve yok edilmişti.

Gecenin adamlarının dünyaya gelip gitmeleri , evrim sonucu ortaya çıkan homo sapienleri çok etkiledi ve homo sapienler korkudan onları tanrı olarak görmeye başladılar. Uzaydan gelen bu uzun boylu , acımasız adamların gemilerini indirmeleri için yüksek piramitler inşa ettiler.

Onlara her gelişlerinde kendilerine zarar vermemeleri için yeni kurban edilmiş , çok sayıda genç kız ve erkek cesetleri sunuyorlar , devasa boyutlarda taş heykellerini yapıyorlardı. Homo sapienlerin bedenlerindeki kan hastalıkları , dünyadaki bakteriler nedeniyle gecenin adamları bir süre sonra yedikleri insan etlerinden zehirlenerek hasta oldular ve ölmeye başladılar. Salgın hastalıklar gezegende yaşayanların gen yapılarını bozarak onların sonunu getirmişti.

Gecenin adamlarının bir bölümü bu nedenle dünyada kaldı. Ancak , gün ışığında yaşayamıyorlardı. Bu yüzden büyük karanlık taş yapılar inşa ettirdiler kendilerine. Sadece gece ortaya çıkıyor, insan kurbanlarının kanı ve etiyle besleniyorlardı. Her birisi kötülük tanrısı olup çıkmıştı. Rahipler , büyücüler , şamanlar onları koruyor , hizmet ediyor ve gözetiyorlardı. Gecenin adamlarının karmaşık bir işaret dili kullanarak anlattıklarından karanlık kutsal kitaplar , dualar oluşturdular. Gecenin adamları bu şekilde din adamları aracılığıyla Homo Sapienlerle ilişki kuruyor , ulaşılamaz ve korku verici bir konumda kalmakta yarar görüyorlardı.

Gece adamlarının geldiği Zeta Oriones takım yıldızı , binlerce yıl , homo sapien krallar için ölümsüzlüğün simgesi oldu. Krallar ölümsüz yaşamın Zeta Oriones’de olduğunu , ruhlarının oraya gideceğini sanıyorlardı. Mısır , Maya , Aztek kralları hep bu umutlarla yaşadılar. Dünya’da insan yaşamını ortaya çıkartan , modern çağlarda insanlar tarafından şeytan vampirler olarak nitelendirilen gecenin adamlarından dünya üzerinde çok az kalmıştı ve onlar günümüzde de esrarengiz cinayetlerin acımasız katilleri olarak , derin mermer lahitlerinde gün ışığından saklanarak gece kan emerek , insan eti yiyerek sonsuz yaşamlarını sürdürüyorlar.

Ayın mermerlerini dondurduğu büyük mezarlığın ormanla birleştiği yerde uzun boylu, iri yapılı iki kişi dolaşarak konuşuyordu:

- Sen haklıydın Lord. Zaman onların lehine işledi. Çoğaldılar ve güçlendiler.

- Onları biz yarattık ama asla bizim gibi ölümsüz olamazlar.

- Kutsal kitapla aldattık onları. Sonsuza dek avunsunlar.

- Ama sanat! Sanat onların büyük yeteneği; bazılarının ölümsüz olmasına yeter...

- Unutma olduğu sürece bazıları...Sadece en iyi olanları unutulmaya direnebilir.

- Zaten sanatçı olan en iyilerini yemiyorduk..

- Bir tek sanat onları güzelleştiriyor.

Gülümseyerek karanlıkta ayrı yönlere uzaklaştılar.

Kırmızı Düğün

En özel günüydü hayatlarının. Ve ihtişamlı. Artık bir arada kalacaklardı. Mihrap önünde edecekleri yemine göre…

Kırmızı olmalıydı gelinlik. Kan kırmızısı. Hayatın kendisi…Kan mıydı hayatı oluşturan diye düşündüğünde en bilindik cevabı “evet” idi. O zaman kanı simgeleyecekti gelinliği.

Damat da pek bir hoştu Katya’ya göre o gece. Nasıl da heyecanla bekliyordu yürüyen gelini seyretmeyi… duvağını açışını ve yemin etmeyi huzurunda Tanrı’larının. Gelini önceden görmedi Ferdan. Ama kırmızıdan haberdardı. Hem de öyle bir haberdardı ki bütün gün aç bıraktı kendisini. Susamıştı Ferdan. Yemin için ve dahası için…

Katya aynada bakmıyordu kendine. Hazırlanan odada ayna bile yoktu. Nedimelerinin ona iltifatları zaten ne kadar güzel olduğunun bir kanıtıydı. Kendisi de emindi o akşam dünyanın yaradılışından bu yana en güzel kadını olduğundan. Belki de kadından da öteydi… Tanrıça.

Katya Ferdan için de kırmızıyı tercih etti o gece için. Siyah frak ceketinin altına giydiği kırmızı gömleğiyle bütünleşeceklerdi gelinliğiyle. O ihtişama tanık olacaklara da şart koşulmuştu. Gecenin rengi olduğu kadar temasıydı da kırmızı. Kırmızının neleri simgelediğini hissetmek, kırmızı giymek kadar şarttı davetlilere. Yoksa yemin bozulacak gibiydi. Yemini bozmak günahtır…

Katya günahın ne demek olduğunu çok iyi bildi geçirdiği yüzyıllar boyunca. Feda edilen yansımasına Ferdan’ın ona duyduğu aşkla teselli buldu. Asla güzelliğini göremedi Katya. Sadece sezgilerini kullandı.

“Yer yüzünde yaşayan hiç kimse bu aşkın önüne geçemeyecek artık. Ama Tanrı’nın gazabı hep üzerimizde…”

Ferdan’ı yiyip bitiren bu düşünce saatler geçtikçe şiddetlendi. Katya’nın özgüveni onu rahatlatmaya çalışsa da Tanrı gazabının ne demek olduğunu ailesi ona çok küçük yaşlarda öğretmeye çalıştı. O gece ne Tanrı, ne de gazabı kırmızının gerçek niteliğine bürünemeyecek ve ötesine geçemeyecekti. Ferdan için ne ailesi vardı ne de yıllarca korumaya çalıştığı inancı. Hepsini Katya kırmıştı çünkü.

Ferdan ise bütün beyninin arkasında yatan düşünceleri Katya’yı anahtar olarak kullanarak açtı. Gencecik yaşına gereksiz tecrübeleri sığdırdığını ve bu tecrübelerden çıkardığı sonuçlarla hayatını allak bullak ettiğini düşünüyordu. Ailesini reddettiği gibi hayatı da reddetti. Hayatın yeşil çayırları, güneşin parlak sarısı ve gökyüzünün engin mavisini darmaduman etmeye razıydı. Sırf kırmızı tutkusu ve karanlığın ulaşılamayan boyutu için. Ama ulaşacaktı karanlığa. Katya yanındayken ulaşılamayacak hiçbir şey yoktu yeryüzünde. Ölüm sonrası cennet ve cehennem dışında. Elbet günün birinde oraları da tadacaklardı ama bu teori onları çok rahatsız ediyordu. Hele hele o en özel günde.

Katya yeni bir hayat bağışlayacaktı Ferdan’a. Bir düğün arifesinden hiç bahsetmedi. Ne de bir balayından. Ona bahşedebileceği tek şey yeni bir hayattı. Ferdan’ın Tanrıça’sı…Hüzünlü ama bir o kadar tutkulu, güzel ve tehlikeli.

“Benimle sınırlı bir dünyaya var mısın ? Dünya sınırlı olabilir ama ikimiz asla”

Hiç tereddüt etmeden “evet” dedi Ferdan Katya’ya. Ve günü kararlaştırdılar.

Davetliler kırmızılar içinde taş binanın özel ikişer sıralar halinde sıralanmış iskemlelerinde yerlerini aldılar. Donuk yüzlerine yaptıkları makyaj o geceyi Tanrı’nın kutsalından uzaklaştıracak, ölümün soğukluğunu hissettirecekti Ferdan’da. Ama bir süreliğine…Ve sonra ölüm Ferdan’dan uzaklaşacaktı. Sahip olduğu ten ne kırışacak, ne de vücudu dayanıksızlaşacaktı.

Mihraba doğru yürümek üzere olan Katya organ müziğine ayak uydurmak istiyordu. Elinde bir buket gonca gül ile yürümeyi beklerken Ferdan da onu altarda bekliyordu. Tam göbeğinde… kesik kesik nefesler alarak.

Kırmızı halıdan kırmızı gelinliğiyle yürüyen Katya’ya nedimeleri eşlik etti… Yavaş ve ahenkli yürüyüşüne. Davetliler ayağa kalktı. Yüzlerinde gelini gördükleri anda oluşan tebessüm, köpek dişlerinin sivriliğini gösterdi Ferdan’a. Ferdan ürktü ama soğukkanlılığını bozamazdı. Ne de olsa Ferdan bu kutsal olmayan ailenin son ayağı ve son halkası olacaktı birazdan. O güne dek korkmadıysa o saatten sonra korkmak anlamsız ve boş kaçardı.

Ve yemin etmek için yanındaydı Katya Ferdan’ın. Hastalıkta sağlıkta, iyide kötüde ona eşlik edeceğine dair… ölüm onları ayırıncaya dek. Ölüm onları ayıramayacaktı ki…çünkü onlar ölüme meydan okuyanlardandı.

“Yemin ederim…seni eşim olarak kabul ediyorum Katya”

“Yemin ederim…seni eşim olarak kabul ediyorum Ferdan”

Ferdan değildi kırmızı ihtişamlı gelini öpecek olan. Katya ağzını açtı ve Ferdan’ın boynuna dişlerini geçirdi…ölüm öpücüğüydü hayatlarını birleştiren ve yemini ettirten. Ferdan zayıf düştü ve yere yığıldı. Katya ihtişamını bozmadan elini tuttu Ferdan’ın. Elini ona yakışan narinlikle öptü ve Ferdan gözlerini açtığında onu mihrabın önünde yığıldığı yerden kaldırdı. Halen ona yakışır hassaslıkla.

Ölüm öpücüğünün ardından gerçek romantik öpücüğün sırasıydı. Nefeslerini tutmalarına gerek yoktu ki…hava ciğerlerine temas etmediği için. Davetli ölümsüzlerin alkışları eşliğinde en az iki dakika kadar dudaklarını ayırmadılar birbirlerinden. Katıksız saf sevgi öpücüğüydü bu. Ne bir çıkar bekleyerek, ne de en ufak bir pişmanlık duyarak. Katya gül buketini davetlilere doğru fırlattı…

Gecenin teması kırmızıydı…kandı. Kandı Katya’ya hayat veren ve de bundan böyle Ferdan’a verecek olan. Yaşamın kaynağının ta kendisi. Beslenme ihtiyaçlarını bundan ve belki de başkalarının hayat kaynağını emerek karşılayacaklar ama her zaman birbirlerine karşı bir aşk duyarak.

Sislerin Ardında

Dr.Bruce: Boyne Nehri'nin kuzey kıyısında, Dublin'e kırk sekiz km.uzaklıkta, şirin ve naif arnavut kaldırımıyla bezenmiş sokakları olan Meath kasabasında yaşamaktaydı. Genellikle yoğun yağış altında olan bu bölge, topraklarınında tarıma elverişli olmasıyla tarım ve hayvancılık yapan çiftçilerin geçim kaynaklarından biridir. Henüz iki yıllık evli olan Dr. Bruce, Isabel'ın intiharından sonra kendi kontrolünü kaybetmiş; Dublin Üniversitesi Psikiyatri kliniğinde dokuz ay boyunca müşayede altında tutulmuştur. Tedavisi başarıyla sonuçlanmış ve taburcu olup tekrardan mesleği olan doktorluk görevine geri dönmüştür. Aradan geçen altı yılın ardından meslektaşı olan Meg'le hayatını birleştirmiş, eski günleri çoktan unutmuştu bile.

Meg: “Hayatım telefon sana.”

Bruce: “Evet benim, siz nasılsınız? Her şey önceden konuştuğumuz gibi ben sizi ve eşinizi sabah havaalanında karşılayacağım. Size de...”

Bruce telefonu kapattıktan sonra bir süre geçmişi anımsar, dalmak üzereyken çağrı cihazının çalması üzerine kendine gelir. Ertesi sabah... Dublin Havaalanı... Bay (Richard) ve Bayan (Nebreska) Carter uzun geçen yolculuklarından sonra beklemeye koyulurlar. Dr Bruce gülümseyerek yanlarına gelir.

“İrlanda'ya hoş geldiniz.”

Bruce'in evini balayı için kiralayan bu yeni evli çiftin Seatle'den ayrılırken başlarına geleceklerinden habersizdirler. Bruce, Nebreska'yı gördüğünde kısa süreli bir şok geçirmişti. Yüzü sapsarı kesilmiş, alnı terlemiş, hafif bir titreme baş göstermişti.

Richard: “İyi misiniz ? şöyle geçelim.”

Dr. güçlükle: “Merak edilecek bir şey yok zaman zaman atak şeklinde gelişiyor ben iyiyim. Yediklerim dokunmuş olmalı.”

Haklıydı da aslında İsabel'e o kadar çok benziyordu ki bakışlarındaki sıcaklık, gülümseyişi, sadece saçları farklıydı. Hemen yola koyulmuşlardı. O'Connel caddesini geçtikten sonra Graftan'a gelmişlerdi.

Nebreska: “Dikkatimi çeken bir şey var. Kapıların rengi neden farklı? ”

Ufak bir gülümsemeyle Bruce: “Biz İrlandalılar gece hayatına oldukça düşkünüzdür burada yirmi dört saat pub'larda bira içenler evlerinin yolunu bulurlar ama hepsi birbirine benzediğinden kapıları karıştırırlar.”

Liffey Nehri'ni geçtikten sonra yeşilin her tonunun hakim olduğu Wicklow Dağı, hemen ardından dünyaca ünlü olan New Grange Kümülüslerini görünce Nebreska: “ Burası gerçekten hayal ettiğimden bile daha güzel.”

Birbirlerine sarılırlar.

“Yolumuz bitti sayılır.”

On beş dk. sonra...

İşte geldik. Yoğun sis yumağının altında kaybolmamak için yakın yürüyorlardı. Kasabadan(Meath) beş km. daha uzaklıkta, biraz daha yukarıdaydı. İrlanda Denizi'nin eşsiz güzelliği kimseye aldırış etmeden kendisini sunuyordu. Richard: “Aman Tanrım!... burası muhteşem.”

Carter çifti evi dolaşırken Dr.Bruce dışarıda Meg'le konuşuyor bir yandan her gün bırakmak istediği sigarasından bir tane daha içiyordu. “ Nasıl beğendiniz mi? ”

Richard büyük bir keyifle: “beğenmek ne demek aşık olduk.”

“Buna sevindim, yalnız benim gitmem gerekiyor. Hastaların rutin kontrolünü... Görüşmek üzere! umarım iyi vakit geçirirsiniz. Her hangi bir şey gerekirse telefonum yirmi dört saat açık.”

“Teşekkürler ama sanmıyorum.”

Oturma odasının içerisinde Richard bir süre tuval üzerine yağlı boya ile yapılmış, ateşler içerisinde yarı çıplak , kucağında bebeği olan kadının resimine dikkatle bakıyordu. Nebreska Richard'a arkadan yaklaşarak kollarını göğsüne doladı ve dedi ki: “Çok ürkütücü... insanın kanını donduruyor.”

“Abartmadın mı hayatım biraz ? ”

“Buraya kötü enerji veriyor. Hemen kaldıralım.”

Richard: “Hayır!..bence çok estetik.”

Nebreska alaycı bir kahkahayla: “Ne zamandır sanat eserlerinden anlar oldun? ” dedi.

Bunu sezen Richard: “İyi o zaman şimdi bir özelliğimi daha öğrenmiş oldun.”

“Hıımm!... peki başka ne özelliklerin var? ”

“Akşama saklıyorum.”

Gülüşmeler... “ Ne dersin birer kahve içelim mi?”
“Pekala.”

Güzel geçen akşam yemeğinin ardından ikisi de oturdukları yerde uyuya kalmışlardı.

Dört gün sonra... Richard: “Benim kasabada biraz işim var. Bir saate kadar dönerim.”

“ Fazla geç kalma! ”

Koskoca evde yalnızca tablolardan başka hiçbir şey yoktu. Hele o kadının resminden nefret eder olmuştu. Richard o tabloyu görür görmez sevmişti. Nebreska, o bakışları çok iyi tanıyordu. Üzerine garip, kaygı verici bir ürperti düşmüştü. Esneyerek gittiği odasında hemen uykuya dalıvermişti. Rüyasında, o odada , "Margarita"(tablodaki kadın), yanına yaklaşmış, bütün çaresizliğiyle ona bakarak ağlamaya başlamıştı. Ardından yüksek bir sesle: " Yardım etmelisin, ruhumuzu kurtarabilirsin Nebreska bize yardım etmelisin!"

Boğazı düğümlenmiş, zorla yutkunup kısık bir sesle: "Nasıl ?"

Yüzünün yarısı çürümüş, uzun sarı saçları dökülmüştü, karnın da kocaman bir delik oluşmuştu. Adım attıkça... , vücudu kanlar içinde kalmıştı. Çığlık atmaya başlıyordu; bebeği ölüyordu. Bağırarak uyanan Bayan Nebreska, eline bıçağı kaptığı gibi soluğu tablonun yanında almıştı. Büyük bir öfkeyle resmi parçalıyordu. Bir süre sonra dizlerinin üstüne çöküp ağlamaya başlamıştı. Kapı çalıyordu. Yüzünü yıkayıp, kendini toparlamaya çalıştı. Richard'ın geldiğine o kadar çok sevinmişti ki; hemen boynuna sarılacakken, gelenin Dr. Bruce olduğunu görünce şaşırmıştı.

“Bu saatte burada ne işiniz var? ”

Bakışları ve soluğu çok derindi. Kapıyı yüzüne kapatacakken; eliyle kapıyı tuttu ve sertçe ittirdi. Kendisini bir anda yerde bulmuştu.
Dr: “İyi akşamlar İsabel, uzun zaman oldu öyle değil mi? ”

Nebreska duyduklarını anlamaya çalışıyordu.

“Neden bahsediyorsun, ne İsabel'i ? ”

“Şimdi anlarsın.”

Birden üzerine yaklaşıp onu boğmaya başlamıştı. Nebreska iyice nefessiz kalmıştı. Karşı koyamıyordu. Gözlerini kapatarak bir süre sonra nefes almamaya başladı. Dr.Bruce, daha sonra "Margarita" adlı tabloyu bulunduğu yerden çıkararak duvarı kırmaya başlamıştı. Oluşan bir oyuk vardı ve de içinde ise iki büyük çuval. Karısının ve yeni doğmuş olan çocuğunun cesetleri. Altı yıl önce onları çuvallara sokabilmek için vücutlarını baltayla parçalamış, büyük bir özenle duvarların ardına onları gömmüştü.

Dr.Bruce: "Seni iki kez öldüreceğim hiç aklıma gelmemişti ”

Ve aynı katliamı bir kez daha yapacakken, pat!... iki el daha ateş sesi, kanlar içinde yere yığılmıştı. Ateş eden Meg'di. Şüpheli davranışlarına anlam verememiş, onu takip etmişti. Richard geldiğinde ise...

Soğukkanlı olan Meg olanları Richard'a anlatıyordu. Geç kalınmış...


Margarita'nın ruhu ve bedeni artık serbestti. O masum bebeğinin de öyle... Nebreska da
gülümseyerek, yanlarına gitmiş ve oradan ayrılmışlardı.

Göldeki Adam

Gölde tek başıma yüzerken suya daldığımda ilk defa orada gördüm onu. Islanmamış siyah bir takım elbise ve bembeyaz suratıyla beni ayaklarımdan kavrayıp gölün dibine doğru çekti…


Göz diyebileceğim yerlerde iki siyah ve derin boşluk, ağız diyebileceğim yerde ise sadece uzun ama çok uzun bir çizgi vardı.


O anda kalp krizi geçirebilirdim ve sudan nasıl çıktığımı hatırlamak bile istemiyorum. Ayaklarımdan beni dibe çekmek için çırpınıyor, kulaçlarım onun çekim kuvveti karşısında yetersiz kalıyordu.


Hemen hemen kimse inanmamıştı bana ama biliyordum ki gölün dibinde yaşayan korkunç bir adam vardı. Neden göle giren aşıkların başına böyle bir şey gelmemişti bilemedim ama cesaretimi toplayıp bir kez daha göle girip onunla yüzleşmem gerekiyordu.


Belki de bir tek ben vardım gölün o kadar dibine dalan… Diğerleri göle sadece sevişmek için girip, birkaç kuvvetli öpücükten sonra bir iki kulaç atıp gölden hemen çıkıyorlardı. Ben ise gerçekten yalnız yüzmeyi seviyordum.


Tüm kasabaya anlatmaya çalıştım gölde yaşayan bir adam olduğunu. Onun tipinden bahsettim onlara ama dinleyen olmadığı gibi beni azarlayan bir tayfa da çıktı karşıma. Ben de çok kuvvetli ve sınır tanımayan bir hayal gücü varmış ve bu hayal gücüm, nerede ne zaman ortaya çıkacağını bilmiyormuş. Onların vaktini böyle masallarla harcamamalıymışım…


Ama içlerinden birisi bana inandı elbette. Benimle göle geleceğinden ve göldeki o adamı arayacağından bahsetti. Halbuki tavırları daha çok bana yanıldığımı kanıtlamakmış. Eğer göldeki o adamı bulamazsak o zaman kasabalılardan ciddi anlamda bir özür dilemem, bir daha böyle hikayelerle onları işlerinden alıkoymamam gerekiyormuş.


Birlikte göle gittik. Öğlen saatleriydi. Suya daldık ve adamı aramaya başladık.


Kasabalının daha çok gölde keyif yapar gibi bir hali vardı. Sırt üstü kulaçlar atıyor, suya dalıp çıkıyor ve arada beni güldürmek için ağzından su püskürtüyordu. Benim yaşlarımda olan bir çocuğun buna gülmesini beklemesine rağmen benim çok daha ciddi bir takıntım vardı. Ona göldeki adamı göstermek ve göldeki adamın icabına bakılması gibi.


Göldeki adamı bulmak o kadar da zor olmadı benim için.

“Orda… Orda işte!” dercesine çırpındım suda. Suyun yüzüne çıktım ve kasabalıya bağırdım.


“Dikkatli ol… Orda işte göremiyor musun ?”


“Ben kimseyi göremiyorum oğlum…”


Adamı görebiliyordum. Anlattıklarımla birebir olarak ıslanmayan takım elbisesi, bembeyaz kemikli suratı, göz çukurlarındaki boşluk ve ağız yerine kocaman bir çizgi ile.


Adam o koskocaman çizgisiyle bana doğru yüzmeye başladı. İğrenç ağız çizgisi gülümsüyordu. Bembeyaz suratına eşlik eden üç beş tel uzun saç suyun içinde kıvrılıyordu. Benimle göle giren kasabalı ise onu halen göremiyordu. Adamı aramak için nafile suyun dibine dalıyordu.


Takım elbiseli adam bana doğru yüzerken ben de yanımdaki kasabalıya doğru yüzdüm. İkimiz de silahsızdık ama yanımda benden yaşça büyük birisinin varlığına sığınmıştım ve bunda bir sorun yoktu. Sanki kasabalı beni kurtarabilirmiş gibi gelmişti. Kasabalıya doğru yüzdüm.


“Geliyor, geliyor. Dikkatli olun lütfen… Yardım edin hadi…”


Halen göremiyordu adamı.


Adam ise beni çoktan ayaklarımdan yakalamış, dibe çekmeye başlamıştı. Suda çırpınıyordum. Kasabalı görüş açımdan çıktı. Benim gördüğümü nasıl göremedi, hiçbir fikrim yoktu ancak körlüğünün cezasını çekeceğini ne ben ne de o biliyordu.


İyicene dipteydim artık. Kasabalı beni kurtarmak için suyun dibine dalmamıştı. Onun suyun yüzeyinde ne yaptığını bilmiyordum. Benim kaybolduğumu görmek onu telaşlandırmalıydı halbuki.


Adam beni kendine doğru çevirdi. Ağzındaki o çizginin açıldığını gördüm. O açıklıktan rahatlıkla tüm vücudum geçebilirdi. Adam ağız çizgisiyle dudaklarıma dokundu. Suyun içinde nefes alamadığım için artık kendimi kaybetmek üzereydim. Adam uzun, ince, kemikli parmaklarını yanaklarımda gezdirdi. Pis ağzı artık dudaklarımdaydı. Dudaklarım acımaya başladı. Adamın ağzından çıkan sıcak nefesi ciğerlerimi doldurdu ve derin bir nefes alabilmemi sağladı. Evet, pis adamın hayat öpücüğü sayesinde nefes alıyordum ancak gözlerimi iyicene açtığımda bana bakan göz çukurlarını gördüğümde başım döndü.


Yeniden gözlerimi açtığımda beni kavramış herhangi bir varlık yoktu. Yüzeye çıkıp kasabalıyı aramalıydım… Ona bana neden yardım etmediğini, neden o adamı görmemiş gibi yaptığının hesabını sormalıydım. Belki de çoktan gölden çıkıp barın yolunu tutmuştu ve hatta belki de benim saçmalamanın doruk noktasında gezdiğimi gülerek ve abartarak anlatıyordu.


Tam suyun yüzündeydi kasabalı ancak sırtüstü yüzen ya da daha doğrusu süzülen hali bir tuhaftı. Ona yaklaştım ve dokundum. Kaskatı kesilmişti. Onu kendime doğru çevirdiğimde vücudunun göğüs kısmının tamamen yarıldığını, ayak bileklerinin kemirildiğini fark ettim. Hele suratı… Şu an bile tir tir titreyen ellerim kasabalının o korkunç suratını yazmaya cesaret edemiyorlar…


***


Bazıları kör oluyor… Hiçbir şey göremiyorlar. Kasabalı kördü ve görememişti. Göldeki adamı görebilmeliydi ve belki de onun hayat öpücüğünden faydalanmalıydı… Bazıları buna hayal gücü der, bazıları da bunu canlarıyla öder…


Benim hayal gücümde ise gölün derinliklerinde yaşayan bir adam vardı. Hatta sadece hayal gücümde var olmadığını, gerçeklikte de var olduğunu biliyordum. Benden sonra göle girecek olan aşıklar ve de kasabanın yaşlıları da göldeki adamdan paylarını alacaklar mıydı merak ediyorum… Aşıklar belki affedilebilirdi ama yaşlılar ve kendini yeterince olgun sananlar asla…

Sessiz Kalmalılar

Utanç her zaman iyidir ki sessiz kalasın. Hele içindeki utanç seni yiyip bitirirse o zaman sessizliğin en üst seviyeye ulaşır ve daha yücelirsin. Sessizliğini ancak doğru zamanda konuşarak bozabilirsin. Fakat doğru zamana kadar sessiz kalmalısın ki o zaman sessizliğin bir anlam kazansın. Bir palyaço ve eğlendirici olan Yakup Emici konuştuğu zaman karşılığını alabiliyordu çünkü Yakup içinde kopan fırtınayı sadece yeri geldiği zaman ortaya koyuyordu. Panayırlarda, doğum günü partilerinde ve lunaparklarda. Ona karşılığı gülenler, alkışlayanlar ve sevinenler veriyorlardı. Ancak Yakup annesinin sözüne de kafası takılan ve bu kısır döngüden kurtulamayan insanlardan biriydi.

Yakup’un annesi yaşadığı süre boyunca sürekli migren ağrılarından şikayet edip dururdu. Yakup’un utangaç yönünü çok iyi bildiğinden ona güzel bir bahane ve kılıf uydurmayı başarabilmişti. Öncelikle bir çocuğu baz alarak yalanını ve korkutma formatını ortaya koydu. Çok konuşan çocuklar Şeytan’dır. Hele hele azanlar, tutturanlar ve şımarıklık yapanlar direkt olarak cehennemin bekçileri olurlar. Yakup çocuk zekasıyla annesinin baş ağrılarını hafifletmek için uydurduğu bu miti öylesine hazmetmişti ki ilk korktuğu unsur annesinin başını ağrıtmamak için susmak değil, Şeytan olmamak için susmaktı.

Bugün sizlerle bir oyun oynayacağız çocuklar. Öyle ki sizi kandırmak isteyecekler ama siz bu yaşınıza rağmen iradenizi kullanarak sessiz kalacaksınız ve Tanrı’ya erişeceksiniz. Hanginiz bu oyunu en iyi kavrarsa, aranızdan o kişi Tanrı’yla daha çok birlikte olacak ve hatta onunla konuşma şansını bile elde edecek. Şeytan tabi ki devreye girecek ve sizin ağzınızı açmanız ve içinizdekileri haykırmanız için sizi tahrik edecek. Ona kanıp kanmamanız serbest ama her kim ki bu oyunda galip gelmek istiyorsa sessiz kalmalıdır.

Yakup bu metotla her zaman Tanrı’ya inanmıştı. Kendince teorileri de vardı Yakup’un. Ona göre Tanrı da bir çeşit eğlendiriciydi. Belki de palyaçoydu ama en sessiz eğlendirici. Belki de bu yüzden en büyük, en tapılan ve en kusursuz varlıktı. Ama Yakup Tanrı sessizliğinde olan başka hiç kimse göremediğinden herkese acıyarak bakıyordu. Hatta kendisine bile. Ama suç Yakup’un suçu değildi. Nasıl Tanrı’dan başka yer yüzünde bulunan herhangi birisi Tanrı olamıyorsa, Tanrı kadar sessiz kalabilecek bir kişi ya da varlık da bu yeryüzünde yoktu. Şu ana kadar gittiği hiçbir doğum günü partisinde ya da eğlendirici mekanlarda bu formu öğretememişti. Ancak bu sefer planı farklıydı çünkü bu sefer çaba sarf etmiş, düşünmüş ve annesini mutlu edecek bir oyunla çocukların karşısına çıkmayı planlamıştı.

Haziranın dokuzunda Yakup bir doğum günü partisine çağrılmıştı. Dört katlı bir malikanenin bahçesinde verilecek partideki bütün çocuklar diğer çocuklardan farklıydı. Onlar yetenekli ve zeka düzeyi en üstte gezinen çocuklardandı. Hiper aktiftiler ve özel sınıflarda eğitiliyorlardı. Yakup oyununun onlar üzerinde etkili olabilmesi için Tanrı’ya yalvardı. Yakup malikaneye vardığında onu ilk karşılayan kırklı yaşlarında olan ve zengin olduğunu herkese göstermek uğruna takıp takıştıran, sürüp sürüştüren züppe bir kadındı. Yakup kadının elini sıkmak için ona uzattığında kadın geri tepki vermedi ve Yakup’un eli havada kaldı. Kadının Yakup’a söylediği ilk şey çocukların eğitim seviyelerinin yüksek olduğu ve onlara dikkatli yaklaşması gerektiğiydi. Yakup kuşkuluydu çünkü bu kadar zeki çocukların bir palyaçodan haz alıp almayacakları onu tedirgin etmişti. Bu düşünceyi soru şeklinde kadına yöneltti. Aldığı cevap onu tatmin etmemişti. Kadın Yakup’a çocukları katılana kadar güldürmesi gerektiğini ve eğer bunu başaramazsa parasının verilmeyeceğini söyledi. Yakup para konusuyla zaten bugüne kadar hiç ilgilenmemişti. Tek düşündüğü çocukları oyununu oynamaya ikna edip edemeyeceğiydi.

Çocuklar yedi-sekiz yaşlarındaydı. Yakup’u gördükleri ilk anda ona doğru koştular. İçlerinden bir çocuk Yakup’un büyük ayakkabıları üzerinde tepinmeye başladı. Küçük bir kız çocuğu Yakup’un kırmızı sünger burnunu kopardı ve fırlattı. Bir başka çocuk ise elindeki limonata bardağını Yakup’un elbisesine fırlattı. Yakup sinirlenmedi ve bütün çocuklardan daire şeklinde dizilerek oturmalarını rica etti.

“Palyaçoya ölüm!!!” nidalarıyla bütün çocuklar Yakup’u yere yatırdılar ve teker teker vücudunun üstünde tepinmeye ve abanmaya başladılar. Çocukların annelerinden biri bu hoş karşılamayı gördü ve sinirli bir biçimde çocukların üstüne yürüdü. Yakup’u tekmeleyen oğlunu ondan uzaklaştırdı ve onu ciddi bir tavırla uyardı. Çocuk hafifçene sakinleşti ve Yakup’tan özür diledi. Yakup onun yanağını okşadı ve cebinden çıkardığı parçalanmış papatyayı ona verdi. Diğer çocuklar da sakinleşmişti. Yakup uyarılan çocuğun annesine teşekkür ettikten sonra kadının malikanenin ön merdivenlerinden ikinci kata çıkışını seyretti. Bir kez daha daire şeklinde dizilerek oturmalarını rica etti. Bu sefer çocuklar Yakup’un ricasına uydu ve dediklerini uyguladılar.

“Sizler yetenekli çocuklarsınız. Bunu kendiniz de biliyorsunuz. O yüzden sizler için çok ama çok özel bir oyunum var. Aranızdan hiçbiri Tanrı’yı görmedi ama görebileceksiniz.” diyerek söze başladı Yakup.

“Bu nasıl mümkün olacak ? Tanrı fiziksel bir varlık değil ki...” dedi çocuklardan biri.

“Nasıl ?” diye sordu bir kız.

Bu sorunun üzerine Yakup ayağa kalktı ve masanın üzerinde duran limonata sürahisini kırdı. Çocuklar irkildi ama yerlerinden kalkmadılar. Yakup elinde kırık cam parçalarıyla çocuklara yaklaştı ve “işte” dedi. “İşte bunlarla.”

Çocuklar Yakup’un bu hareketine anlam getiremediler.

“Şimdi her birinize bu cam parçalarını vereceğim. Yapmanız gereken tek şey cam parçalarını yanınızdaki arkadaşınızın boynuna saplamak ve olabildiğince sert bir biçimde kesmek.”

Küçük bir kız çocuğu ayağa kalktı ve bu oyunu oynamak istemediğini söyledi. Yakup kızı yanına çağırdı ve Tanrı’yı görmek isteyip istemediğini sordu.

“Bana ne Tanrı’dan” dedi kız. Yakup kızı kolundan tuttu ve çocuklara doğru yöneltti.

“İşte zeki olduğunu sanan bir kız. Eğer sen bugün böyle diyorsan hiçbir zaman Tanrı’nın yanına yaklaşamazsın. Tanrı’nın en sevmediği şeylerden birisi de gürültüdür. Sizler yeterince gürültü yaptınız. Şimdi Tanrı’nın huzurunda özür dilemelisiniz.”

“Yani bu oyunu oynarsak ölecek miyiz ?” diye sordu küçük bir çocuk. Yakup bu sorunun ona sorulacağından adı gibi emindi. Cevabı da hazırdı.

“Sizler daha küçüksünüz. O yüzden gittiğiniz yerde uzun süre sessiz kalırsanız kurtulursunuz ve geri dönersiniz. Sizi kandırmak isteyen Şeytan her zaman yanı başınızda olacak. Ona asla uymayın ve ağzınızı açmayın. Çünkü ağzınızı açarsanız geri dönemezsiniz. Gittiğiniz yere utanarak gidin. Asla kendinizden emin bir şekilde değil.”

“Ya kan kaybından ölürsek ?” diye sordu bir kız.

“Kan gürültüyle akar. Sessizlikle değil.” diye yanıtladı Yakup.

Bu cevabının üzerine çocuklar ikna olmuşlardı. Bazılarının gözündeyse heyecanın doruk noktaları hissedilebiliyordu. Yakup cam kırıklarını çocuklara dağıldı ve birbirlerinin boyunlarına saplamaları için komut verdi. Çocuklar komutu duydukları anda kırıkları birbirlerine sapladılar. Çocuklar ilk başta hızlıca akan kanın etkisinden dolayı çok korktular ve Yakup’a baktılar.

“Daha oraya varmadınız. O yüzden kan akıyor. Sessiz olursanız kan duracaktır.” diye konuştu Yakup.

Çocuklar bir bir devrilmeye başladılar. Yakup tarafından sessiz oldukları görülebiliyordu ama Tanrı katında sessiz olup olmadıkları bilinmiyordu. Çocuklar öylece yatıyorlardı ve çimlerin üstüne kan hızlıca yayılmaya devam ediyordu.

Yakup’un bir süre sonra duyduğu ilk şey bir kadın çığlığı oldu. Hemen ardından diğer kadınlar da çığlıklarla Yakup’un üstüne atıldılar.

Yakup’un polise anlattığı tek şey partideki çocukların annelerinin çocuklarına sessiz kalmayı öğretemedikleriydi. Yeteneklerinin, sessiz kalıp doğru zamanda konuşmadıktan sonra hiçbir anlamının olmadığından bahsetti. Yakup’a göre çocukları Şeytan kandırmış ve onları konuşturmuştu. Bu yüzden de geri dönememişlerdi. Her şeyden haberdar olan çocuklar Tanrı’nın neyi sevip sevmediğinden habersizlerdi. Yakup bunları söyledikten sonra ağzını kapadı ve hücresinde ölene kadar bir daha da ağzını açmadı. Ta ki doğru zaman gelene kadar. Doğru zaman bir daha hiç gelmedi ki.

Manara'nın Melekleri

Manara... Bütün gün beyninde yankılanan sözcük buydu. Güzel, unutulmamış bir kadının adı mıydı bu, ya da bir fahişenin? Belki de tenha bir balıkçı kasabasının adı. Hayır, ikisi de değil: ikinci sınıf bir ressamın adıydı bu: Manara.

Ona sorsalar Manara'nın bir ressam olduğunu söyleyemezdi. Bir grafiker derdi belki, ya da mizah dergilerinde erotik karikatürler çizen bir serseri. Ama işte bu gece Manara onun zihnini ve ruhunun derinliklerini gerçek bir sanatçı gibi kurcalıyordu. Manara'nın çizdiği kadınlar pornografik bir yayının yapacağı etkiden çok daha fazlasını yapıyordu. Tuvalette beş dakika baktıktan sonra basitçe çöpe atamıyordunuz bu kadınları. Bakışları adeta bilincinizin derinliklerine nüfuz ediyordu. Kalçalarındaki tek bir kıvrım en gizli, belki de en acımasız arzularınızı ortaya çıkaracak cinstendi.

O gün nostaljik Taormina kasabasını gezerken şöyle bir göz gezdirdiği Manara kitabının böyle büyük bir etki uyandıracağını nasıl bilebilirdi? Şu anda beş yıldızlı otelin asansör müziğiyle renklendirilmiş açık hava barında içkisi yudumlarken sanki Manara'nın kadınları da onunla birlikteydiler.

Bir sigara yaktı ve çevresine bakındı. Neyse ki hayalindeki bu kadınlarla boy ölçüşebilecek herhangi bir kadın yoktu etrafında. Şu an karısı ne yapıyordu acaba? Muhtemelen arkadaşının evinde geçirdiği tekdüze gecelerden sıkılmış, Taksim civarında bir yerde eğlenmeye çalışıyordu. Taksim... Daha bir hafta önce oradaydı ama bulunduğu otelin steril atmosferi Taksim'i uzak bir düş gibi çıkarıyordu karşısına. Tekrar eşini düşündü. Manara’nın kadınları gibi ufak bir etek giyip eğilmişti hayalinde ve gerçekten bu kadınlardan biri olabilecek denli güzeldi. Ancak gerçek sertti: Şu an eşi yanında yoktu. Görüntüsü aynı Taksim manzarası gibi bir düştü yalnızca. Çekici bir adam yalnızlığa ne kadar dayanabilir? Belki de bir kaçamak…

Etrafındaki eciş bücüş İtalyan kadınlarına baktığında rahat bir soluk aldı. Hayır, böyle bir kaçamağın vicdan azabıyla yüz yüze gelmek zorunda kalmayacaktı. İtalyan kadınları posterlerde ne kadar da güzellerdi. Tabi, posterlerde herkes güzeldir. Asla bir parçası olamayacağımız mükemmel bir hayat içerisinde, ebedi bir ışıkla çevrelenmiş olarak yaşarlar. Gün içerisinde kiliselerde gördüğü kutsal kadın resimlerini düşündü. Artık kimse bunlara prim vermiyordu. Neden mi? Çünkü geçmiş zamanın azizeleri artık billboardlara taşınmışlardı. Üstelik bir namus sembolü olmaları gerekmiyordu. Memelerinin veya popolarının bir parça gözükmesi o ulaşılmaz, kutsal ve ebedi imajlarından bir şey eksiltmiyordu.

Grappası bitmişti. Ayağa kalktığında biraz sersemledi. Sonra hatırladı. Önce sağ adım, sonra sol, sonra tekrar sağ. Bir masadan her sarhoş kalkışında, yürümeyi yeni baştan öğrenen bir bebek gibi hissediyordu kendini. Bu his hoşuna gitmiyor değildi. Salınarak otel odasına doğru yürümeye başladı. Karanlık havuzun yanından geçerken bir şey takıldı gözüne. Suyun içinde bir şeyler çırpınıyordu. Az yaklaştığında gözlerine inanamadı. Havuzun içinde olağanüstü güzellikte üç kadın çırılçıplak bir şekilde yüzüyordu. O yaklaştığında ürkerek havuzun diğer tarafına kaçıştılar. Etrafına bakındı, hiç kimse yoktu. Havuzdan kıkırdamalar duyuldu. Kadınlar yavaşça yüzerek ona yaklaştılar. İnanılmazdı. Biri sarışın, biri kumral, biri de kızıldı. Kumral olanı gülerek konuştu:

‘Sen miydin? Biz de bir yabancı sanmıştık.’

‘Siz…Siz beni tanıyor musunuz?

‘Peki sen?’ dedi sarışın olanı, ‘Sen Manara’yı tanıyor musun?’

Manara’nın ismini duyduğu anda damarlarında alkolden alev alev olmuş kanının bir anda buz kestiğini hissetti. Kızıl olan:

‘Sanırım biliyorsun.’ dedi. ‘Bizi Manara yolladı. Sadece senin için. Hiç kimse bilmeyecek. Manara ve biz, sır saklamak konusunda uzmanız.’

Yavaşça sudan çıkarak etrafını sardılar. Su damlaları çıplak bedenlerinden aşağı kayıyor, bazı damlalar göğüs uçlarında bir an duraksayıp sonra yere düşüyordu. Kum saati gibi mükemmel ölçülere sahiplerdi ve gözlerine baktığınızda herhangi bir sinsilik veya düşmanlık okuyamıyordunuz. Bu kadınların gözlerinden bir anne şefkati akıyordu adeta, takım elbisesini hızla çıkaran elleriyse doğum gününde en çok istediği hediyeyi almış olduğunu bilen bir kız çocuğunun hediye paketini açarkenki heyecanını taşıyordu. Karşı koymak imkansızdı. Üçü de onu paylaşarak, sabırla ve zevkle onunla karanlık havuzun köşesinde birlikte oldular. Kumral olanı konuştu:

‘Hala boşalmadın. Daha önce hiç senin gibi bir erkekle birlikte olmadım. Kendimi… Kendimi çok değerli hissediyorum.’ dedi. Sarışın olan:

‘Lütfen bizimle suya gel.’ dedi. ‘Bizle bir kez de suyun içinde birlikte ol. Sıvılarımız suya karışsın.’

Karşı koymak bir yana, adam bu anın sihrini ortadan kaldıracak tek bir davranıştan çekinerek, Manara’nın üç meleğiyle birlikte suya daldı. Sarışın olanla sırtını havuzun duvarına dayayıp birlikte olmaya başladı. Bu sırada kumral olanı havuzun kenarına oturup uzun bacaklarını onun omuzlarına doladı. Kızıl olan ortalıkta gözükmüyordu. Birden sol ayak bileğinde delici bir acı duydu. O anda kumral olan saçlarına tırnaklarını sapladı ve sarışın olan boynundan derin ve lezzetli bir ısırık aldı. Havuzu boydan boya kaplayan kırmızı renk bu karanlıkta bile seçiliyordu.


Sabahın erken saatinde havuz görevlisi bu vahşice ısırılıp emilmiş vücudu buldu. Üç kadının izi bile yoktu. Görevli havuzun kenarına bırakılmış ceketin cebinden adamın kimliğini çıkardı. Dudakları ses çıkarmadan hareket ederek şu ismi heceledi:Mi-lo Ma-na-ra.

Buzlu Mağaradaki Not Defteri

Bir not defterine yazılmış bu yazılar 1997 yılında, Elazığ’ın Harput ilçesindeki Buzluk Mağarası’nda arkeologlar tarafından yapılan bir araştırmada bulunmuştur. Anlatılanların gerçekliğine işaret edecek hiçbir bulgu saptanmamıştır. Defterdeki yazıların, mağarada kaybolan ve mağaradaki zehirli gazlardan dolayı sanrılar gören biri tarafından yazıldığı düşünülmektedir.

O geziye asla katılmamalıydım. O soğuk taş basamaklardan asla inmemeliydim. Gizli ve karanlık şeyleri keşfetmek gibi kötü bir huyum vardır. Karanlık aydınlığın zıddıdır ve yaşadığımız dünya her ikisini de barındırır. Ama bende olduğu gibi, karanlık şeylerin peşinden gitmek türünden bir saplantınız varsa bulacağınız tek şey beladır. Sanırım konuya çok hızlı girdim. Başımdan geçen olayları biraz olsun kavrayabilmeniz için en baştan alayım.

Rahmetli dedemin memleketi olan Elazığ iline ilk gidişimdi. Annem ve babam da yanımdaydı, onlar da Elazığ’a ilk defa geliyordu. Birer kimya mühendisi olan annemle babam Elazığ’da düzenlenen ulusal kimya kongresi için gelmişlerdi. Bense sadece macera için. Telaşlı bir uçak yolculuğundan sonra otele vardık. Babamların kimyacı arkadaşları arasında bir uzaylı gibiydim. Neyse ki kongreye benim yaşlarımda birkaç genç de katılmıştı. Gerçi onlar da hayata bilimin soğuk ve mesafeli bakış açısından yaklaşıyordu ama yalnız kalmayı pek sevmediğim için onlarla ahbaplık etmeye başladım.

Akşama doğru Elazığ’ın Harput ilçesine doğru ufak bir geziye katıldık. Minibüs şoförümüz Elazığ’ın yerlisiydi. Harput’un yüksek ve çölümsü arazisinin üzerine inşa edilmiş türbeler ve yıkık ortaçağ kaleleri arasında bir çay bahçesine oturduk. Şoförün, başı kesik evliyalar ve Kurtuluş Savaşı’nda uçan askerlerle ilgili anlattığı hikayeleri merakla dinledim. Olağandışı hikayelere olan ilgime rağmen şoförün anlattıkları benim için birer efsaneydi. ‘Efsane’ kelimesini kullanmamdan rahatsız olmuştu sanırım, o bu hikayeleri gerçek olarak kabul ediyordu. Ona göre bu hikayelere inanmak gerçek bir Müslüman’ın göreviydi. Bense daha fazlasını istiyordum. Daha sıra dışı, daha beklenmedik bir şey. Bu halk efsaneleri, türlü yaratıklarla ve esrarengiz olaylarla doldurduğum hayal gücümü beslemeye yetmiyordu. Aslında aradığım şeye çok yakındım.

Gezimizin bir sonraki durağı: Buzluk Mağarası. ‘Mağara’ kelimesi oldum olası bende tuhaf bir merak uyandırmıştır. Harput Kalesi’nden de yükseğe, yaklaşık 1500 metrelik bir tepeye çıktık minibüsle. Asfaltın erişemediği toprak yollarda toz soluduk, terk edilmiş taş evlerden sonuncusu da arkamızda kaldı. Güneş batarken tepenin üstündeki bir oyuktan düşe kalka inmeye başladık. İki kayanın arasındaki boşluktan beliren taş merdivenleri gördüğümde tüylerim diken diken oldu. Engebeli basamaklardan inmeye gönüllü olan birkaç kişiden biri de bendim elbette. Hemen önümde olan şoförümüz bize rehberlik ediyordu. Dönerek inen basmaklara adım attığımızda havada ani bir soğuma oldu. Yeraltından gelen buz gibi bir rüzgar yüzümü yaladı. Merdivenler ufak bir düzlükte kesildi. Kayaların üstü buz tutmuştu. Az ötede basamaklar devam ediyordu ama bunlar insan eliyle yapılmamıştı, doğanın tasarımıyla oluşan kaya çıkıntılarıydı. Buzlu basamaklarda kaymamak için bir lambaya bağlı olan kabloya tutuna tutuna indik. Son aydınlık kat. Nefes almak güçleşti, tuhaf bir heyecanla basamakların daha da devam ettiğini, hiçbir ışığın aydınlatmadığı dehlizlere uzandığını gördüm. Hepimiz sessizdik. O anda çok derinden gelen bir inilti duydum. Aslında inilti kelimesi tam da anlatmıyor bu sesi. Sanki çok, çok yavaş bir kahkahaydı bu. Dehşetle şoförün yüzüne baktım. ‘Siz de duydunuz mu?’ diye sordum. ‘Daha fazla inmeyelim. Işık yok aşağıda.’ diye cevap vermekle yetindi.

Buzluk Mağarası’nın dışındaki ufak çay bahçesinde oturuyorduk. Annemlerden izin isteyip tuvalete gideceğimi söyledim. Benim karanlık şeylere olan merakımı bilen ve hareketlerimde bir tuhaflık sezen annem: ‘Sakın bir yere kaybolma. Birazdan yola çıkarız.’ dedi. Az sonra tekrar buzlu mağaranın içindeydim, tek başıma. Işığın olmadığı bölgeye kadar indim ve cep telefonumun ışığını yaktım. Yol ikiye ayrılıyordu. Sola saptım. Kaygan zeminde dikkatli adımlarla ilerledim. O kadar sessizdi ki. Tam tünelin ucuna gelmiştim ki aşağıdan bir rüzgar sesi geldi ve soğuk bir hava akımı yüzüme çarptı. İşte aklımı başımdan alan bu hava akımıydı. Yerin altından nasıl gelebilirdi ki hava akımı? Mağaranın yakın bir yerde tekrar yeryüzüne çıktığını düşündüm ve diğer çıkışı bulmak gibi çılgın bir fikre kapıldım. Ancak tünelin sonu dibi gözükmeyen bir uçurumdu. Telefonumu buzlu duvarlarda gezdirdim. Hemen solumda bir insanın anca sığabileceği bir oyuk vardı. Oyuktan geçince tekrar bir yol ayrımına vardım. Bu sefer sağa saptım. Hatırlamalıydım bunları: sol- sol- sağ. Karanlık ve uzun bir tünelde yürüdüm. O sırada cep telefonum bateri sinyali verdi: pili bitmek üzereydi! Nasıl da unutmuştum bunu, belki de dakikalar içinde ışıksız kalacaktım. O anda içime berbat bir korku saplandı ve buzlu zemine aldırmadan koşmaya başladım. Yol ayrımlarını unutmuş olmalıydım, taş basamakları bir türlü bulamıyordum. Kahretsin! Kaybolmuştum. Cep telefonum üç kere bipledi- ve sonra zifiri karanlık.

Soğuktan donuyordum. El yordamıyla yolumu bulmaya çalıştım. Buzlu duvarlar ellerimi acıtmaya başlamıştı. O an bütün umudumu kaybettim ve yere çöktüm. Gözümden yaşlar boşanıyordu. Az sonra hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladım. Sesim buzlu duvarlarda yankılanıyordu, sanki aynı anda onlarca kişi ağlıyordu. Aniden durdum. Yankıların arasında bana ait olmayan bir ses duymuştum. O tüylerimi diken diken eden yavaş kahkahaydı bu ve gittikçe sesi yükseliyordu. Koşmaya başladım, ayağım kaydı, yüzümü yere çarptım. Kahkaha yükseliyordu. Bir şey beni ayağımdan yakaladı ve hızla çekmeye başladı. Çığlıklar atarak, suratım buzlu zemine çarpa çarpa sürüklendim. Yaşadığım şok ve acının etkisiyle kendimden geçmiş olmalıyım.

Gözlerimi açtığımda önce hiçbir şey göremedim. Yavaş yavaş etrafımda solgun, fosforlu bir ışık olduğunu algıladım. Güçlükle ayağa kalktım. Her yerim ağrıyordu. Birkaç adım atmaya kalktım, burnum sert bir şeye çarptı. Bir çeşit kafesin içinde olduğumu algıladım. Parmaklıkları yoklarken, bir anda kemikten yapılmış oldukları gerçeğiyle yüz yüze geldim. Çığlığımı zorlukla bastırdım. Tenimi ısıran soğuğa rağmen baştan aşağıya terlediğimi duyumsadım. Yaklaşan iniltiler ve ayak sesleri. Çaresizce kafesin arkasına sindim. İki metre gerideki taş duvarın dibine çaresizce çöktüm. Yaklaşan fosforlu ışıklar. Karşımda iki parlak beyaz kafa belirdi. Yumruklarımı sıktım ve bildiğim bütün duaları saymaya başladım. Beyaz kafalar yüzlerini kafese dayadı. Tüylerim diken diken bir halde bu iki acayip yüzü inceledim. İnsan gibiydiler ama bir farklılık vardı. Tenleri bembeyazdı ve solgun bir ışık saçıyordu. Allahım! Gözbebekleri ve burunları yoktu. Anlaşılır bir dilde konuşmaya başladıklarında donup kaldım:

-Güneş dünyadan.

-Kayıp yolcu.

-Yutan’a hediye.

-Korku yok.

Kemik parmaklıkları kaldırıp iki kolumdan tuttular. Karşı koymaya gücüm yoktu. Kaygan zeminli tünelde ilerledik. Taş basamaklardan indik. Yüksek tavanlı geniş bir odaya geldik. İçeride bu yaratıklardan onlarcası yüzünü bana dikmişti. Beni odanın ortasına bıraktılar ve çevremde bir halka oluşturdular. İnsan sesinden çok acı çeken bir hayvanın sesine benzeyen bir sesle konuşmaya başladılar. Söylediklerinden bir şey anlayamıyordum. Hepsi birdenbire sustu ve diz çöktüler. Hep bir ağızdan: ‘Yutan! Yüce Yutan!’ diye bağırmaya başladılar. Yaratıkların arasından başında parlak taşlar olan üç memeli bir yaratığın bana yaklaştığını fark ettim. Önce uzun uzun yüzümü inceledi sonra soğuk eliyle saçımı okşamaya başladı. Bir yandan da iniltili sesiyle konuşuyordu:

‘Kayıp yolcu.

Doğru yerdesin.

Doğru zamanda.

Güneş yalancıdır.

Yalan gözlerinde.

Gece gerçektir.

Gece hamiledir.

Muhteşem gece.

Raza hyinhyin.

Derin yalancı.

İçin gerçektir.

Gerçeği gör.’

Uzun tırnaklı elleri göğsümün üzerinde durdu. Tırnaklarını sertçe göğsüme batırdı ve derimi yırtmaya başladı. Acı içinde çığlık attım ve elini itmeye çalıştım. Çok güçlüydü. ‘RAZA HYİNHYİN!’ diye bağırdı. Diğerleri de ‘Raza hyinhyin’ diye tekrar etmeye başladı. Hepsi bir olup üzerime çullandılar ve güçlü parmaklarıyla burnumu yakalayıp kopardılar. Fosforlu beyaz yüzleri, suratımdan fışkıran kanlarla kıpkırmızı oldu.

Günlerdir karanlık bir hücrenin içindeyim. Bana sundukları böcekler ve solucanlarla beslenip hayatta kalıyorum, tabi buna hayat denirse. Her gün yanıma gelip o tuhaf sözcükleri tekrarlıyorlar. Bu cebimden ayırmadığım not defteri ve tükenmez kalem insanlıkla olan tek bağım oldu. Başıma daha ne gelecek? Bilmiyorum. Ama bunları yazmak bana bir zamanlar insan olduğumu hatırlatıyor. ‘Raza hyinhyin!’ Her gün kafamda bu sözcükler yankılanıyor. İşin korkuncu bu sabah uyandığımda bu sözcükleri fısıldıyordum. İçimde bir şeyler değişiyor. Kendimi öldürmeyi göze alamıyorum. Yazmak. Tek yapabildiğim bu. Belki de bunları kimse okumayacak. Kahretsin! Tükenmez kalem bitiyor. Ayak sesleri yaklaşıyor. Fosforlu yüzlerini mağaranın girişinde görebiliyorum. Yavaş, çok yavaş bir kahkaha atıyorlar sanki. Ellerinde beyaz bir çamur var. Yaklaşıyorlar. Allahım sen beni - Not defterindeki yazı bu noktada sona ermektedir.-

Transfer

Hale Efkan’a yemek hazırlarken parmağını kesti. Efkan Hale’nin acı aşkıydı ve Hale’nin gözünde hiçbir zaman dinmeyen bir acı vericiydi. Her zaman ecza dolabında hazır yara bandı bulundururdu. Kaza anı belli olmazdı. Hale yara bandını parmağına sarmadan önce kendi kanını emdi ve sonra plasteri parmağına sardı. Bu ufak eylem bile Hale’nin kafasını kurcalamaya yetti.

Ne güzeldi ki hayatın kaynağını yani kanını görebiliyordu. Kan hayatın kaynağıydı ama Hale için aşkın da kaynağıydı çünkü o her zaman Efkan için kanamıştı. Tuz da yara bandı görevi görüyordu. Nasıl yara bandı fiziksel yaralarını kapıyorsa, tuz da duygusal yaralarını kapardı. Bu metaforu daima sevdi Hale.

Efkan akşam sekiz buçukta gelecekti Hale’nin dairesine. Saat akşam altı buçuğu gösteriyordu. Mutfaktan tuzluğu aldı ve salonundaki ihtişamla hazırlanmış masanın üzerine koydu. Masa kafasında bıçaklanmış Şeytan figürlü çini porselenlerle süslenmişti. Efkan bu tabaklardan Hale’nin hazırladığı yemekleri yiyecekti.

“Aşk bir iblistir. İblis de aşkın Tanrısı” diye geçirdi içinden. “Ben en çok kanın içine tuz ektiğin zamanki tadı merak ediyordum.”

Yağmurlu ve rüzgarlı pazar sabahı Hale’nin uyuduğu yatağın yanı başında duran pencereyi hızlıca itti ve açtı. Hale’nin uçuşan saçları soğuktan titreyen vücuduyla ani paralellikler gösteriyordu. Üzerinde gözyaşlarının kuruduğu yastıktan kafasını kaldırıp camı kapadığında daha önce onun gözyaşlarını silen hiç kimse olmadığını fark etti. Ne yetenekli sevgilisi Efkan, ne de en yakın arkadaşı Fulya onu gözyaşlarından alıkoymuştu. İkisi de daha çok gözyaşı dökmesine sebep olmaktan başka bir işe yaramamışlardı. Zor da olsa bozuk ve yarı kırık pencereyi kapadı. Pencerenin kırık olmasına aldırış etmiyordu ki, Hale hayatı boyunca kırık şeylerle yaşamıştı.

Çalışma masasının üzerinde duran telefona uzun uzadıya baktı. Günlerdir telefon çalmadığı gibi Hale de hiç kimseyi aramıyordu. Dinlemekten ve öğüt vermekten bıkmıştı çünkü arkadaşları sadece kendi gereksiz sıkıntılarını anlatıyorlar, anlatıyorlar, anlatıyorlar fakat Hale’nin sıkıntılarını dinlemeyi es geçiyorlardı. Ciğerlerini yakan şeyin acı olduğunu çok iyi bildiğinden, acı kelimesini kendi ağzında heceledi: A-CI. Şeytan’ın onun üzerinde oynadığı küçük bir aşk oyunuydu bu ama Hale için fazlasıyla büyüktü.

Aynada kendine baktığında ona bakan yüzün kendi yüzü olmadığını farz ediyordu ancak her bir söylediği kelimenin senkronize bir biçimde aynada tekrarlanması onu çileden çıkarıyordu.

“Ne güzel bir oyun bu. Aynadaki kişi benim. Ama aslında değil. O kim hiç bilmiyorum.” diye geçirdi içinden. “Aşk bir iblistir ama Efkan bir iblis değil. Ondan da üstün.”

Yılların uykusundan uyanmışçasına yüzünü yıkadı. Yüz kere suyu yüzüne vurdu. Hale halen kış uykusundaydı. Uzun ve korkutucu bir aşkın sonunda yattığı fakat arada ayılmasına rağmen aslında halen derinliklerinde olduğu bir uyku.

***

Efkan küçük bir kafede yediği kahvaltısını bitirmişti. Efkan’ın arada bir elinin gittiği kahve Efkan’ın uzunca yağmuru seyretmesinden dolayı sıcaklığını yitirmişti. Garson kız yanına gelip ekstra bir şeyler isteyip istemediğini sordu fakat Efkan onu duymadı bile. Garson kız da anlayış gösterip onu derin düşüncelere daldıran yağmurdan alı koymak istemedi ve başka masalara yöneldi.

Efkan uzun bir soluk aldı ve fısıldadı:

“Ne güzel yağdırıyorsun Tanrım. Demek ki çok kibarsın. Çok teşekkür ederim.”

“Bir şey değil” diye yanıt verdi bir ses.

Efkan kafasını yağmurdan kendi önüne doğru çevirdiğinde Hale’yi karşısında otururken gördü. Yüzünde bir gülümseme belirmesine rağmen kuşkuluydu.

“Ama ben Tanrı’yla konuşuyordum” dedi. “Ama yine de iyi ki geldin”

“Sen aslında hep Tanrı’yla konuştuğunu varsayarsın Efkan ama Tanrı hiçbir zaman senle konuşmadı” diye yanıtladı Hale.

“Buna sen cevap veremezsin. Hem sen yine bir halüsinasyondan ibaretsin” dedi Efkan. “Sen her şeyi zaten hep bu yeteneğine yorarsın” diye atıldı Hale.

“Bu yetenek değil, hastalık Hale” diye yanıtladı Efkan.

Efkan Hale ile konuşup konuşmamak konusunda kararsızdı. Hale’nin bir halüsinasyon olduğunu bildiğinden ve şizofrenisini başkalarının görmesini istemediğinden masadan kalktı. Kasaya gitti ve hesabını ödedi. Arkasına baktığında Hale halen masada oturuyordu. Hale Efkan’a el salladı.

“Aşk bir iblistir Efkan. Ama sen bir iblis değilsin.”

Efkan Hale’nin bu lafına tiksinircesine karşılık verdi ve orta parmağını boş masaya salladı. Bir dış ses ona yaptığının çok kaba olduğunu söylediğinde şizofreni hastası bir adama bu tarz kabalıkların bir şey ifade etmediğini söyledi. Ancak ses ona şizofreninin bir hastalık değil, bir yetenek olduğunu söyledi. Başkalarının göremediklerini kendisinin görme yeteneği. Dış sesin Efkan’a önerisi başkalarının göremediklerini kendi kreasyonlarında kullanmasıydı.

Hale banyoda yüzünü yıkadıktan sonra annesinin ona masada bıraktığı kahvaltı tabağını gördü ancak canı bir lokma bir şey bile yemek istemiyordu. Hemen bir sigara yaktı ve dumanını üflemek yerine yuttu. Farklı bir şeyler yapmak istiyordu.

“Belki de bir kadeh şarap. Efkan’ın ekşi kanının tadı”

Kendine bir kadeh şarap koyup bir yudum aldı. Yüzünü buruşturdu.

“Neden bu kadar tatlı ki ? Acının tadı tatlı değildir.”

Mutfak tezgahında duran tuzu aldı ve bir miktar tuzu kadehinde duran şaraba ekti. Sonra bir yudum aldı. Çözüm getiremedi ve bütün şarabı kafasına dikti.

“İşte buymuş. Acının tadı böyle olmalıymış.” diyerek mutfağın etrafında dört dolanmaya başladı. Dolanırken bir yandan da Efkan’la planladıkları fakat hiçbir zaman gerçekleşememiş taslakları kafasında kurgulamaya başladı. Her fantezi gibi yeşil panjurlu bir ev ve bir sürü çocuk. Birbirlerinin yaralarını kanatarak ve kirli kanın akmasıyla birlikte zamanla iyileşmek.

Hale sadist duygularının esiriydi. Efkan’ı sürünürken görmek istiyordu. Kıskanıyordu Efkan’ı. Efkan ona en büyük zararı imgelemlerini söylemeyerek ve daima kendine saklayarak vermişti. Hale kendi ikilemini oluşturmuştu böylece. Efkan’ın ondan sakladığı bir boyut, bir evren ve o evrene kendisinin dahil olamaması. Ama Efkan’ın de acı çektiğinin de gayet iyi farkındaydı. Efkan halen yetenekli olduğunu değil, hasta olduğunu kabul ediyor fakat imgelemlerinden aldığı hazzın yok olmasını da istemiyordu. Hem Efkan hem de Hale ikilemlerle boğuşmaktan yorgun düşmüşlerdi ve derin uykuya çekilmişlerdi. Hale bir şeyi ölürcesine istiyordu. Efkan’la aynı durumda olmak.

Efkan’ın ehliyeti yoktu. Almaya niyeti yoktu. Hastalık olarak kabul ettiği imgelemleri araba kullanırken onun başına yeterince sorun açabilirdi. Bu yüzden araba kullanmaktan korkan Efkan otobüslerden şikayetçi de değildi.

Yanındaki boş koltuğa yaşlı bir kadın oturmak istedi. Efkan koltuğa baktığında Hale’yi görebiliyordu ancak biliyordu ki Hale aslen orada değil, onun için yemek hazırlıyordu. Bu sefer kaba davranmama kararı aldı ve kayarak kadına yer verdi. Kadının çekik gözleri açılmıştı. Efkan bu tuhaf bakışlara alışkınmış gibi davranmasına karşın hiç de alışık değildi. Hale yavaş yavaş imgelem olarak kaybolurken yaşlı kadının bakışları Efkan’ın sinirlerini ayağa kaldırıyordu.

Efkan bir dakika sonra üzerinde yoğun bir basınç hissetti. Bir anda beliren Hale’nin silüeti önce Efkan’ı oturduğu otobüs koltuğuna doğru itti fakat daha sonra kendine doğru çekti. Çekiş o kadar kuvvetliydi ki Efkan oturduğu koltuktan kalktı. Bu kalkış kendi isteminden çok uzaktı. Efkan asla Hale’nin niçin mesafeli, dargın, sinirli, üzgün ve acı dolu olduğunu daha önce anlayamamıştı. Ancak apaçık Hale’nin silüeti ona yalvarıyordu.

“Sen bunu bana geçirebilirsin. Bunu mümkün kılabilirsin. Aynı boyutta, aynı hayalle ve ilelebet senle… bunu yap Efkan!”

Efkan Hale’nin silüetiyle boğuşuyordu. Onu kendinden uzaklaştırmaya çalışırken, sık sık dengesini kaybediyordu hareket halindeki otobüsün içinde. Nefret ettiği bakılma duygusu artık umurunda değildi. Otobüsün bütün yolcuları Efkan’a bakıyor, ne yaptığına anlam getirmeye çalışıyorlardı. Onu seyreden küçük bir kız irkilip annesine sarıldı.

“Anne, bu adam hayaletle mi boğuşuyor ?”

“Sakın ona bakma. O deli…” diye yanıtladı annesi.

Kızın annesinin getirdiği açıklama bütün otobüste duyuldu. Bir an sonra Hale’nin silüeti kayboldu ve ani bir hareketle Efkan’ı koltuğuna doğru itti. Yeniden oturuyordu Efkan. Kan ter içinde kalmış vaziyette.

Hale’nin evinin hemen yakınlarındaki durakta indi. Onunla birlikte inen başkaları da vardı. Otobüse bakmak hiç istememesine rağmen cama vuran bir ses duydu ve refleks hareketi gibi bakmak durumunda kaldı. Ondan irkilen küçük kız ona el salladı. Efkan ona ancak sıcak bir gülümsemeyle cevap verebildi.

“Demek istediğin buydu Hale ? Bu kadar mı çok hevesliydin ?” diye geçirdi aklından.

Bu bir bulaşıcı hastalık değil, ne de bir virüs. Ama Efkan bu duygusal AIDS’i hangi yolla bulaştıracağını biliyordu. Hale’ye hediye almayı aklından geçirmemişti. Son anda hazırda bir hediyesinin olması onu memnun etti.

“Beni gördüğün anda aklına gelen ilk şeyi söyle” dedi Efkan.

“Aşk bir iblistir ama sen bir iblis değilsin” diye yanıtladı Hale.

“Aşk bir iblisse eğer ben de senin iblisinim” dedi Efkan. İşaret parmağını kapının eşiğine doğrulttu. “Ne görüyorsun ?”

“İblisi…hayır hayır aşkı görüyorum…hem iblisi hem aşkı, seni görüyorum” dedi Hale.

“Evet Hale. O benim işte”

“Artık ben de görüyorum” dedi Hale.

“Kapıya git ve ona sarıl o zaman. Sonra ona ne istediğini söyle.” diye emretti Efkan. Hale kapıya gitti. İblisin hep bir metafor olduğunu sanardı. Baktı ki kapının eşiğinde duran Efkan’dan başkası değil. Yanı başında duran Efkan’a bir kez daha baktı ve sonra kapı eşiğinde duran Efkan’a gitti. Sarıldı ve kulağına ne istediğini fısıldadı:

“Yeşil panjurlu bir ev ve kirli kan akan tuzlu yaralar”